Arka Bahçemiz

Çocuklar ve Güvercinler Hakkında

Şaşırdın değil mi? Demiştim ama sana, bir gün postacı eline bir zarf tutuşturur, bakarsın, benden sana bir mektup. İnsan aynı şehirde yaşayan birisine niye mektup yazar ki? Yazar… Yazmaktan başka çaresi kalmamışsa yazar. Öyle bir bunalırsın ki, çığ gibi üstüne üstüne gelen hayata yer açmak için, biriktirdiklerinin birazını bir dosta anlatıp yüreğini boşaltmak istersin ve yazarsın. Yazmak şifacıdır. İçindeki çıbana neşter atarsın, iyileştirir.
Yazıyorum; çünkü nefes alamıyorum. Öyle sıkışıyor ki yüreğim, artık beni türküler de teselli edemiyor cancazım. İçimde inatçı bir hüzün… Hüzün nasıl da tül gibi, zar gibi bir kelime değil mi? Üzüntüden, tasadan, gamdan ince. Ve fakat çok daha sabit… Büsbütün yüreğini kaplayan bir sis sanki… Sırf bu yüzden, karşına geçip içimi dökmeye başlarsam deliler gibi ağlayacağımdan ve senin beni susturamayacağından korktuğumdan, üç beş kilometre uzağımda yaşayan sana, oturdum yazıyorum.

Hani yazmak iyileştirirdi ya. Günlerdir yazıyorum. Satırlar, sayfalar dolusu… Onlarca A4… Öyküler, denemeye benzeyen karalamalar… Yüreğimdeki kanama durmuyor ama. Her yeni haberde bir kılcal damar daha çatlıyor. Midemde bir yerlerde kandan bir göl var sanki. Tükürsem, çıkıp gidecek. Kussam kurtulacağım. Midem bulanıyor.

Dehşete düşüren bir kuşatılmışlık duygusu içindeyim. Neredeyse baktığım her yerde en ölümcül haliyle faşizmi görüyorum. Din adına, milliyetçilik adına, ahlak adına; ama nihayetinde para adına… Yaşayan ve kendisine benzemeyen her şeyi yok etmeye yemin etmiş kuduz bir köpek gibi kol geziyor yeryüzünde. Tetikçilerini, insan ırkının en aptalları arasından seçen faşizm, boğuyor hepimizi. Ve aslında her şey “ama sen benim gibi değilsin”le başlıyor, “ benim gibi değilsen vatan hainisin, din düşmanısın, ahlaksızsın”la devam ediyor. Cinayete azmettirenler zincirinin orta halkası bu şekilde oluşuyor. Ve ne acı ki bunlar, burnumuzun dibinde olup bitiyor.

Soykırımın, katliamın, cinayetin bin bir türlüsüne tanık olmuş insanlık tarihine neredeyse her gün yeni kandamlaları ekleniyor. Ortalıkta keskin bir kan kokusu… Sistemli olarak çocuklar öldürülüyor mesela Cizre’de. Çocuk öldürmek ne demek ya? Bir çocuğun gözlerinin içine baka baka nişan alıp tetiğe basmak ne demek? Aklım almıyor.
Çizdiği için öldürülüyor insanlar, tıpkı yazdığı için öldürülenler gibi. Onaylamadığını söylemenin başka yolu yokmuş gibi, otomatik silahlarla, arabalarında, evlerinde patlayan bombalarla öldürülüyor onlarca insan. Milyonlar, haklı bir refleksle meydanları dolduruyor cinayetler karşısında. En önlerinde yürüyenlere bakıyorum, trajikomik bir tablo… Azmettirenler dizilmişler boy boy. Ülkenin başbakanı kitlenin en önünde arz-ı endam ederken, kendi ülkesindeki protestoların öfkeyle bastırılması ise dram.

Dedim ya cancazım, günlerdir yazıyorum deli gibi, merhem olur derdime diye. Yarım bıraktığım bir öykünün girişi şöyle mesela;

“ Sekiz on yaşlarında falandım sanırım. Ailenin, tanıyabildiğim en yaşlısıydı Hacı Nene. Seksenini geçikti ya, gerçek yaşını bilen yoktu. Evin bir köşesinde, sessiz sedasız yaşar giderdi. Kız kardeşinin kızı, yani babaannem üstlenmişti bakımını. Bana öyle geliyordu ki, en büyük korkusu tanıdığı insanların günah işlemesine engel olamamaktı. Ölmekten korkmuyordu bundan korktuğu kadar. Odada gençler dedikoduya dalmışsa mesela, önce uyarırdı gülümseyerek; “ah çocuumm, gençsiniz aklınız ermez. Ama dilinizin, kulağınızın hesabını veremeceniz yarın ahrette…” Uyarısı dikkate alınmamışsı kulaklarını parmaklarıyla kapatır, konuşanlara arkasını döner otururdu. Mesaj yine alınmamışsa kalkar, odadan çıkar giderdi. Mahallenin gençleriyle birlikte ava giden torununu her seferinde, illaki uyarırdı; “yakmayın dilsiz mahlûkatın canını yavrıımm… Günahı böyük. Hele de gumruyu sakın ha furmayın. Furmak da günah, yemek de… Sakın ha yavrımm… Dağa daşa atın da gelin fişengleri e mi çocum?” Cevap hep aynıydı; “yok nenem, tahtalı furmaya gitcez biz. Gumru furulu mu hiç, günay ya. Allah çarpa bizi sonra…” Bir keresinde, mahallenin fırlamaları, ne akla hizmet bilinmez, iki tane kumruyu vurup, yolup, gazeteye sarıp, halkalı üveyik diye getirip koydular Hacı Nene’nin kucağına. Kadın kuşlara uzun uzun baktı. Tıpır tıpır yaşlar düştü gözlerinden tüysüz bedenlerin üzerine. Bastonuna dayanarak kalktı sedirden. Kutsal bir emaneti taşır gibi, avuçlarının içine aldı iki küçük cansız bedeni. “Mehemmet, ilimonun dibine çukur gaz” dedi. Dedem, ikiletmedi buyruğu. Küçücük bir çukur kazıldı bahçedeki limon ağacının dibine. Hacı Nene, mırıl mırıl, dualarla çukura koydu kumruları. Üzerlerine toprağı şefkatle örttü. Olanlar karşısında donup kalmış torununa kırgın bir bakış iliştirip odasına çıktı. Günlerce konuşmadı torunuyla. Hacı Nene torununu affedene kadar, ev buz kesti…”

Bu öykü bir gün tamamlanır mı bilemem cancazım. Ama aklıma ne geldi yazarken biliyor musun? Olmazdı ya, hani mesela, Hrant Dink tanışmış olsaydı Hacı Nenemle… Hacı Nenem, Hrant’ın ellerini yaşlı, buruşmuş, görmüş geçirmiş avuçlarının içine alıp “ aman yavrıım, sakın ha aldanma insanların hilesine hurdasına. Bunnar gövercini de furuuur, gumruyu da… Sakın ola arkanı dönme kimseciklere” deseydi, Hrant bugün yaşıyor olur muydu? Ya da insandan ve umut etmekten vazgeçemeyen her insan gibi, yüreği pırpır etse de insanların içindeki iyiliğe güvenmeye devam mı ederdi?

Offf cancazım ya, offfffffffff… Kim köpürtüyor bu öfkeyi bu kadar? Her seferinde kendime soruyorum; Başıma ne gelirse insan öldürebilirim? Ne yaşamam, ne hissetmem lazım ki otomatik tüfekle onlarca insanı katledecek kadar vahşileşebileyim? Bir insanı sırtından vurabilmek için ne kadar küçülmem gerek? İnsanlığımdan vazgeçmeden nişan alıp çocuk öldürebilir miyim? Biliyorum, yapamam. Ne yaşamış olursam olayım, cana kıyamam. Sen de yapamazsın, biliyorum. İnsan olmaktan vazgeçmeyen, öldüremez.

Aklından geçenleri gayet iyi biliyorum. Muhtemelen şöyle diyorsun; “Tamam da cancazım, olaya sadece sonuçlarından bakmak sorunu çözmez ki. Kaynağına inmek lazım… Faşizm, kapitalizmin koltuk değneğidir. Biri olmazsa diğeri beslenemez, yaşayamaz.” Yine yerden göğe kadar haklısın. Faşist tetikçileri azmettireni bulmak için formül belli aslında. Parayı takip et, suçluyu bulursun.

Bu kadar dertlendiğime bakıp, içinde debelenip durduğum derin uçurumdan çıkamayacağımı sanma sakın. Mücadele etmeden teslim olduğumu, umudu yaşatmak varken umutsuzluğa bulandığımı düşünme. Hayır öyle değil. Tam tersine, kuyuya düşmüş eşek gibiydim hep. Mutlaka duymuşsundur kuyuya düşen eşeğin hikâyesini. Her seferinde, üzerime atılan toprağı çiğneye çiğneye çıktım kuyudan. Aynı yöntemle, hep birlikte çıkacağız itildiğimiz kuyulardan, biliyorum.

Ve artık eminim, yazmak iyileştiriyor. İyi geceler cancazım. Gazeteden çıkınca işin yoksa uğra. Çay falan içeriz. Parkta.

Filiz Sonsuz – 20.01.2015

Dünyalılar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu