COVID-19 BİR TURNUSOL KÂGIDI[1]
SİBEL ÖZBUDUN
“Geleceği nasıl seziyorum?
Şimdinin işaretleri sayesinde.
Gizin kökü şimdidedir.”[2]
Tolga Güney (Mezopotamya Ajansı): Dünya siyasetinde ki sağ-ırkçı siyasetlerin yükselişi, coranavirüs döneminde özellikle salgının yaygın olduğu İtalya, İspanya gibi ülkelerin yalnız bırakılması ile daha görünür hâle geldi. Bu durum salgın sonrası mevcut rejimleri nasıl etkiler?
İtalya ve İspanya gibi ülkelerin “yalnız bırakılması”nın, Coronavirüs’ten çok AB’nin uzunca bir süredir içine düştüğü acziyetle ilgili olduğunu düşünüyorum. Bu “acziyet”i Avrupa Birliği üzerine Temel (Demirer) ile birlikte kaleme aldığımız çok sayıda yazıda, kitaplarda vurgulamıştık.[3]
Bu yazılarda, başka birçok zaafın yanında, AB’yi oluşturan ülkeler arasında eşitlikçi değil, hiyerarşik bir ilişki olduğunu, adeta bir “merkez-çeper” ilişkisi kurulduğunu (ve o sıralarda “sol” saflarda dahi büyük heyecan uyandıran, Türkiye’nin AB’ye “girmesi”nin mümkün olmadığını, böyle bir “ilişkilenme” olabilecekse bunun ancak, bir “tampon/ çevre ülke” statüsü ile mümkün olabileceğini vurguluyorduk. Tabii en çok da, AB’nin kapitalist bir kurgu olduğunu; buradan özgürlük, demokrasi vb. çıkartmanın mümkün ol(a)mayacağını…
Bir “Demir-Çelik Birliği” girişimi olarak başlayan proje, zamanla neoliberal küreselleşme rüzgârını da ardına alarak ABD benzeri bir “federatif odak”a, bir siyasal birliğe dönüşme çabasına girişmişti. Ancak farklı güçteki ekonomilerin bir araya gelmesi, birleşik bir iktisadi-siyasal kendiliğe yol açamazdı; ilk krizde bileşenlerin dağılacağı belirgindi. Nitekim öyle de oldu: Brexit vs. ile. Bugün AB artık içindeki neredeyse herkesin “Sauve qu’il peut!/ Gemisini kurtaran kaptan!” diye haykırdığı, batan bir gemiyi andırıyor.
AB ülkelerinde (neo-) faşizm(ler)in yükselişi, Corona’dan çok önce, özellikle çeper ülkeleri (Yunanistan, İtalya, İspanya…) etkileyen ve onları “çekirdek”in sırtında taşınmaz bir yük hâline getiren derin ekonomik kriz fazlarıyla başlamış, bununla eş zamanlı olarak savaş, açlık, kıtlık gibi nedenlerle Avrupa’ya yönelen büyük göç dalgasından (Ortadoğulular, Afrikalılar, Asyalılar…) beslenmişti. Neoliberal uygulamaların iş ve sosyal güvenliklerini talan ettiği, durumlarını büyük ölçüde kırılganlaştırdığı emekçi sınıflar arasında da (kitleleri ikna edecek sol/devrimci/sosyalist seçeneklerin olmadığı koşullarda) ses getirmeye başladı faşizan siyasetler. “İşimizi elimizden alan, boğaz tokluğuna çalışarak ücretlerin düşmesine yol açan, sokaklarımızı kirleten, kadınlara, kız çocuklara musallat olan, kültürümüzü bozan, kriminal yabancı”, sermayenin efendileri açısından da yoksullaşan, yoksunlaşan kitlelerin biriken öfkesini yönlendirebileceği, kolay hedefti.
Yani Corona, işin bahanesi… Pandemi, onyıllar boyunca kamusal alanı yağmalayan, yüz yıllık sınıf mücadelesi kazanımlarını dev şirketlere peşkeş çeken, sosyal destek sistemlerinin altını oyan neoliberal talanın emekçileri, halkları nasıl kemirdiğini açığa çıkaran bir turnusol kâğıdı oldu yalnızca. Noam Chomsky’nin deyişiyle kırışık kremi üretmeyi bağıra çağıra gelen küresel salgınlar silsilesine hazırlanmaktan daha karlı bulan farmasötik endüstrisi, sağlığın metalaştırılması, halk sağlığının inanılmaz ihmali, yaşlı nüfusun gözden çıkartılması, çöken sağlık sistemleri… “Bilişim teknolojileri” çağında hem Avrupa hem de ABD’de yaşanan Ortaçağ görüntüleri…
Bunlara ek olarak, bir yandan izolasyon güzellemeleri yapılırken, bir yandan da orta ve üst sınıfların “ev yaşamı”nı desteklemek üzere sokaklara, fabrikalara, antrepolara sürülen emekçiler. Bunun doğal sonucu olarak Covid-19’un ağırlıklı olarak toplumun alt katmanlarını, emekçileri vurması… Kapitalizmin makyajı dökülürken alttaki ceset arsızca sırıtıyor bize. Ve bu söylediklerim, “ajitasyon” filan değil. Çiçeği burnunda Sovyet devriminin, yıkılmış, harap olmuş bir ülkede, hem de İç Savaş koşullarında tifüs ve İspanyol gribi salgınlarıyla baş etmedeki başarısını göz önünde bulundurduğunuzda, hastalıkla savaşım ile sosyalizm arasındaki ilişki daha bir açık çıkıyor ortaya.
Küçük bir örnek vereyim, dilerseniz. Küçük, ama çarpıcı. 1917 sonrasında Devrim Rusyası’nı ziyaret eden Norveçli gazeteci Jacob Friis’in röportaj yaptığı, sağlık komiseri Dr. Pervukhin şöyle diyordu: “Eczanelerin kamulaştırılmasının sonucunda, ilaç malzemelerimiz yetersiz olsa da adil bir şekilde dağıtıldı. Tüm dış zorluklara rağmen, sağlık koşulları geçen yıl daha iyi hale geldi… İlaçlar için yeni fabrikalar kuruldu ve büyük depolara spekülatörlerden el konuldu. Herhangi bir kapitalist hükümet için, halk sağlığını bu kadar iyi korumak imkânsız olurdu. İspanyol gribinin üstesinden gelmek konusunda, Batı dünyasına göre daha iyiydik. Eski günlerde olduğundan çok daha büyük bir güçle salgınlarla savaşır durumdayız.”[4]
Bundan sonra ne mi olur? Bunu sınıf mücadeleleri belirleyecek… Dilerseniz bir sonraki sorunuzda açımlamaya çalışayım diyeceklerimi…
TG: Zizek ve Harvey gibi düşünürler bu sürecin kapitalizm sorgulaması için büyük bir fırsat olduğunu belirten tespitlerde bulundu. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
Corona-sonrası döneme ilişkin sol tartışmalarda kabaca iki eğilimin ortaya çıktığını görüyoruz: Covid-19 salgınının kapitalizmin yukarıda bazılarına benim de değindiğim olumsuzluklarının kitleler nezdinde açığa çıkmasında katalizör rolü oynadığı ve kitlelerin bundan böyle daha antikapitalist konumlara kayacağı; ya da tam tersine, pandeminin kitleler üzerindeki gözetimin daha yoğunlaştığı, kitlelerin özgürlüğü güvenliğe tercih edeceği daha otoriter, daha tekçi rejimlere yol açacağı. Corona’nın her iki olasılığı da gündeme getirdiği doğrudur; ama bunlardan birini belirleyemez. Ne yöne gideceğimizi belirleyecek olan, kitlelerin örgütlü mücadelesinin gücüdür.
2019, biliyorsunuz, kitlesel protestolar açısından yoğun bir yıl oldu; Sudan’dan Fransa’nın Sarı Yelekliler’ine, Cezayir’den Şili’ye… Bu şunu gösteriyor: İnsanlar kendilerini işsizliğe, açlığa, her seferinde daha aza razı olmaya, sistemin işine yaramaz hâle geldiklerinde ise, fırlatılıp atılmaya karşı tepkililer, öfkeliler. Ve bu öfkelerini yığınsal olarak sokağa taşımaktan da korkmuyorlar.
Ancak 1990’lı yıllardan bu yana zaman zaman ortaya çıkan bu kitlesel öfke gösterilerinin bir sorunu var: kalıcı ve kararlı siyasal bir iradeye dönüşemiyorlar. Yani iktidar yapılarını, mülkiyet ilişkilerini dönüştürecek, kapitalist sistemi alaşağı edebilecek bir örgütlenmeyi gerçekleştiremiyorlar. Bir “sol çaresizlik”ten söz edebiliriz.
Bu durumun pek çok nedeni var, kuşkusuz. Bunlardan biri de, bu “sol çaresizliğin” yaratılmasında önemli bir payı olan “Yeni Sol” fikriyat… Ki bunun biçimlenmesinde zikrettiğiniz isimlerin (özellikle David Harvey) rolü büyüktür. Bu nedenledir ki, bence küresel “marka”ya dönüşmüş isimleri bu denli önemseyip, onlardan çok daha önemli saptamalar yapan -örneğin Fikret Başkaya gibi- aydınları ihmal etmenin de bizim hatamız olduğunu düşünüyorum.
Günümüzde sol entelijensiyanın rolü artık kapitalizmin eleştirilmesiyle sınırlı olamaz, olmamalı. Artık “çıkış yolları”nın tartışılması gerekiyor. Yani “sürdürülemez”liği her alanda (ekoloji, yoksulluk, insan hakları, özgürlükler, kadınların durumu, savaşlar…) apaçık ortada olan bir yıkım sistemini nasıl alaşağı edebileceğimiz. Bu ise, örgütsüz olmuyor…
TG: Yine bu dönemde içinde birçok ülkeden düşünür ve siyasilerin bulunduğu İlerici Enternasyonal kuruldu. Günümüz koşullarını düşündüğünüzde yeni bir enternasyonal mümkün mü?
Biz sosyalistler, devrimciler, komünistler için “Enternasyonal”, dünya ülkelerinin sosyalist/ komünist partilerin bir araya gelerek görüş alışverişinde bulundukları, ortak eğilimler saptadıkları, bağlayıcı kararlar aldıkları uluslararası bir platform, bir örgütlenmedir. Biçimlenişi, işleyişi, örgütsel yapısı, katılım esasları belirli yazılı kurallara bağlıdır. İşlevi “istişare” ile sınırlandırılamaz.
Bugün oluşturulduğu söz edilense, bir “Enternasyonal”den çok, bir “think tank”i andırıyor. Farklı ülkelerden isim yapmış, birbirlerine referans olan “sol” aydınların fikir teatisinde bulunabileceği bir mekân… Kim(ler)in hangi kritere göre seçildiğini anlayamadım; katılımcıları kim(ler)in seçtiğini de… Kurulmasında bir zarar yok, elbette, ama nasıl bir işlevsellik gösterebileceği, meçhul. Keşke sosyalist tarih açısından özgül bir anlamı olan “Enternasyonal” adını kullanmayıp, başka bir isim benimseselerdi…
Diğer, bildiğimiz anlamda bir “Enternasyonal” mümkün, tabii ki. Gerekli de… “Tek ülkede kapitalizm” mümkün olmadığı, kapitalizm yeryüzü ölçeğinde sürekli olarak genleşme, talan edilmedik bir köşe-bucak, sömürülmedik tek bir insan, “kaynağa dönüştürülmedik” tek bir doğa olayı bırakmama eğilimindeki bir sistem olduğu ölçüde, ona karşı mücadele de uluslararası, ya da küresel olmak zorunda. Ama bunun için ortada hedefte ortaklaşmış, kurumsallaşmış yapıların olması gerek.
“İşçi kitlesi önündeki engeller her ne olursa olsun, yeni bir Enternasyonal yaratacaktır. Yaşasın bütün ülkelerin burjuvazisinin şovenizmine ve vatanseverliğine karşı işçilerin uluslararası kardeşliği! Yaşasın oportünizmden kurtulmuş Proleter Enternasyonal…”[5] derken V. İ. Lenin bir eksikliğe işaret ediyordu.
Sanıyorum çağımızın da eksiği bu: kapitalizme karşı mücadele ve yerine emek-eksenli, doğayla barışık, eşitlikçi, özgürlükçü bir sistemi, yani sosyalizmi kurma iradesine sahip, kalıcı, siyasal örgütlenmeler…
23 Mayıs 2020 09:21:09, İstanbul.
N O T L A R
[1] Tolga Güney, Mezopotamya Ajansı, 30 Mayıs 2020… http://mezopotamyaajansi22.com/tum-haberler/content/view/98432
[2] Paulo Coelho.
[3] Yeni Dünya Düzeni, Avrupa Birliği ve Türkiye (Temel Demirer, Sorun Yay., 1996) , ÖDP Yazıları (ortak yayın Ütopya Yay., 2001), Gericilik Küreselleşirken Faşizm!.. Yeniden mi? (ortak yayın, Ütopya Yay., 2000), Avrupa Birliği ve Sosyalistler: Akıntıya Karşı (ortak yayın, Ütopya Yay., 2000); Avrupa Birliği ve Çokkültürcülük Yalanı (ortak yayın, Ütopya Yay., 2006) Antropoloji Gözüyle: Sınıf, Kültür, Kimlik Yazıları (Sibel Özbudun, Ütopya Yay., 2010)
[4] Charlie Kimber, “Rusya 1917: Devrim Pandemiyi Nasıl Püskürttü?”… https://marksist.org/icerik/Teori/14008/Rusya-1917-Devrim-pandemiyi–nasil-puskurttu
[5] V. İ. Lenin, Toplu Yapıtlar, Cilt:21, s.33-34.
Dünyalılar