“DEMİRİN TUNCUNA, İNSANIN…”[*]
SİBEL ÖZBUDUN
“Ayrıcalık, hakkın en büyük düşmanıdır.”[1]
Ağız alışkanlığı işte, aile içi şiddet, taciz, tecavüz, kadın cinayetleri, kadınların istihdam, siyaset, eğitim vb. alanlarında yaşadıkları eşitsizlikler, yeryüzündeki üretimin önemli bölümünü gerçekleştirmelerine karşın “dünya malı”nın pek azını elde tutmaları, sağlık sorunları, doğurganlık, reklamlarda kadın bedeni kullanımı, fuhuş, cinsiyetçi dil… vb. vb. tüm sorunları “kadın sorunu” etiketi altına yerleştirip geçiyoruz.
Oysa bu “sorunlar”ın varlığı ve bir solukta art arda dizilebilmesi bile, “sorun”un kadınlarda değil, erkeklerde olduğuna işaret ediyor. Daha doğrusu “erkeklik”te… Tıpkı “Kürt sorunu” olarak kodladığımız “şey”in gerçekte bir “Türk(lük)” sorunu olduğu gibi…
O zaman gelin, şu birkaç sayfada “kadın sorunu” değil de “erkek(lik) sorunu üzerine düşünelim. Zira bizi buna yönelten fazlasıyla “vukuat” birikti… Öfkeli baba, kardeş, koca, sevgili ya da aşıkların en sudan gerekçelerle (“Komşunun oğluyla mesajlaştı”; “Beyaz pantolon giydi”; “Yoldan geçen bir adama cilveli cilveli saati sordu”; “Yemeği yaktı”; “Rüyamda striptiz yapıyordu”; “İnternetteki porno yıldıza benziyordu” …) en yakınlarındaki kadınları baltayla, tabancayla, yakarak, gövdelerini parça parça ederek, diri diri toprağa ya da betona gömerek yok etmeleri…
Bürokratlar, askerler, polisler dahil bir kasaba eşrafının koruma altındaki zihinsel engelli kadına aylar boyu tecavüz etmesi ve bunun aylar boyu “kasabanın sırrı” olarak kalabilmesi… Otobüsteki şortlu, parktaki hamile kadınlara savrulan tekmeler… Kızlarını gebe bırakan babalar…
Cemaat yurtlarında kalan ilkokul-ortaokul çocuklarına (kız-erkek demeden) tebelleş olan, öğrencilerine porno izletip tecavüz eden öğretmenler…
Oturdukları yerden ha bire kadınların ne yapması, ne yapmaması, nasıl olması, nasıl davranması gerektiğine dair ahkâm kesen “devletlû”ların üzerimize boca ettikleri buyrultular: “Kadın-erkek eşitliği fıtrata aykırı”; “Doğurmayan kadın yarımdır”; “Örtünme dinimizin buyruğudur”; “Kadın ağır olacak, olur olmaz gülmeyecek”; “Adam gibi ölmek var, madam gibi ölmek var”; “Hamile kadınlar sokakta dolaşmasın”; “Tecavüze uğrayan da doğursun, gerekirse devlet bakar”; “Tecavüzcü kurbanıyla evlenirse cezası düşsün”…
Biyolojik bir “hâl”den, kendisinden-olmayanlar üzerinde mutlak bir kudret atfı türeten eril-merkezcilik… Peki nedir bu?
Evet, erillik de dişilik de öncelikle biyolojik hâller. Türün sürdürümü, yani üreme için doğanın bazı canlı türlerine sunduğu bir araçsallık. Ya da müminlerin dilinde, “fıtrat”… Ancak bu araçsallık hiçbir canlı türünde, insanlarda ulaştığı karmaşıklığa, değer yüküne, değişkenliğe ve patlayıcı birikimine erişmiyor.
Çünkü insanlar, sadece biyolojik bir tür olarak değil aynı zamanda ve solukta, toplumsal varlıklar olarak yaşıyorlar. Ve bu toplumsallığı, biyolojik “ne”likleri üzerinden, farklı tarihsel dönemlerde, farklı coğrafyalarda, farklı toplumsal kesimlerin/sınıfların mensupları olarak, farklı birikimler temelinde deneyimliyorlar…
Bir başka deyişle, Afganistan kırsalında yaşayan bir Peştun erkeği olmak ile, diyelim ki Norveç’li bir orta sınıf erkeği olmak arasında dağlar kadar fark var. Ya da Kalahari çölü saçaklarında varlığını sürdüren bir !Kung erkeği olmak ile, Ortaçağ Fransası’nda bir şövalye olmak arasında… Hatta erkekliğin fiziksel görünümleri arasında dahi…[2]
Erkeklerle kadınlar, yani soyu sürdürme yetisine sahip bu ikili arasındaki ilişkiler de hiç kuşku yok ki, zamana, yere, topluluğun deneyim dağarcığına, sınıflara göre değişiklik gösteriyor. Ve bu ilişkileri, adına “kültür” dediğimiz çapraşık, çelişkili, anlaşılması zor yaşam rehberi düzenliyor: her bir özgül toplumda nasıl kadın, nasıl erkek olunacağına, daha doğrusu nasıl kadınlar ya da erkekler olursak başkaları tarafından onay göreceğimize dair, bebeklikten aktarılmaya başlanan bir dizi yönergeyle biçimlendiriyor yaşamlarımızı… Bir başka deyişle, insan toplumlarında kadın ya da erkek olmak, biyolojiden çok toplumsal/kültürel beklentiler ve biçimlendirmelerle ilişkili. Ve söylemeye gerek var mı, toplumlar tarihin akışı içinde değiştikçe, kadın ya da erkek olmanın kabul edilebilir biçimleri de değişiyor.
Antropologların çoğu, kültürün temel işlevinin toplumsal yaşamda olası pürüzleri gidermek, onları göreli sorunsuzca bir işleyişe kavuşturmak olduğu konusunda hemfikirdir. Burada “kültürün işlevi” konusunda uzun uzadıya tartışmalara girmeksizin, bu görüyü veri kabul edelim. Ve diyelim ki, her bir kültür, mensubu olan kadınlara ve erkeklere, toplumsal cinsiyet rollerini sosyal dengeleri infilak ettirmeksizin sürdürebilecekleri örüntüleri sağlar ve bireyleri bu örüntüler dahilinde şekillendirir. Bu ilişki (mutlaka eşitlikçi olması gerekmeyen, hatta çoğu toplumda eşitsiz) bir karşılıklılık üzerine temellenmiştir çoğunlukla, yani kadın ve erkek her bir birey, toplumsal yaşam içerisindeki yerinden ve rolünden razı olduğu, karşısındakinden beklentisinin ne yönde ve miktarda olması gerektiğini bildiği ve bu beklenti az-çok karşılandığı ölçüde işler yolunda gider… Hele ki bu düzenin Tanrı ya da doğa[3] tarafından tesis edildiği ve “olması gereken” olduğu konusunda ideolojik “iman” sağlam ise…
Ama kör şeytan, toplumsal dengeler her zaman – hatta çoğunlukla, tıkır tıkır, pürüzsüz işlemez ki… Çünkü nihayetinde toplumlar soluk alıp veren otomatlardan değil, çıkarları farklılaşmış, birbirleriyle eşitsiz ilişkiler içerisinde, düşünebilen, akıl yürütebilen, eyleyebilen, tutkuları, nefretleri, özlemleri, korkuları… velhasıl türlü türlü huyları olan bilinçli, etkin varlıklardan, insanlardan oluşurlar. Dahası diğer toplumlarla ilişkileri ve/ile iç dinamikleri nedeniyle geçim temelleri değişmekte, değişen geçim temelleri, geçmişten kalıtılmış toplumsal ilişki kalıplarını yıpratmakta, aşındırmakta, beklentileri değişikliğe uğratmaktadır. Yani “kültür” dediğimiz “şey”, toplumların geçim temelleri (iç dinamikler ya da dış müdahaleler sonucu) değiştikçe, çıkarlar farklılaştıkça, bocalamakta, yeni durumlara ayak uydurmaya çalışmakta, bunu kimi zaman becerebilmekte, kimi zaman da becerememektedir.
Ve dengeler bozuldukça, toplumsal patoloji baş gösterir… Hele ki, bozulan dengelerin yerine yenisini kurmaya istek ve yetili toplumsal aktörlerin yokluğunda ya da yetersizliğinde. Kör dövüşü, tüketici şiddet, içe kapanma, kolektif depresyon, yozlaşma, artan suiistimaller, ahlâksal çöküntü… başgösterir. Kadın-erkek ilişkileri de hiç kuşkusuz bu denge yitiminden payını alacaktır…
Bu coğrafyada kadın-erkek ilişkileri, erkeğin karısının ve çocuklarının rızkının sağlayıcısı, dış saldırılara karşı fiziksel varlığı ve “namus”unun koruyucusu, kadının ise “yuva”nın sürdürücüsü, kocanın yardımcısı, çocukların şefkatli bakıcısı/kollayıcısı olarak biçimlendirildiği cinsiyet rollerine dayanır. Genç kızlar kurda-kuşa yem olmadan, bekaretlerine halel gelmeden erken yaşlarda kocaya verilmeli, annelerinden öğrendikleri ev içi hünerleri kendi yuvalarında sergilemeyi sürdürmelidirler. Erkekler ise eril egosu el kadar çocukluktan şişirilmiş (“Bak, amcası, oğlumun pipisine… Maşallah, büyüdü mü ortalıkta karı-kız koymayacak…”; “Çek oğlum şu rakıdan bir fırt… Ne de olsa erkek adamsın…”; “Bırak hanım, sünepe edeceksin oğlanı… Sen de onun kafasını yaraydın oğlum…”) küçük dağların yaratıcısı olarak üstlenebilmelidir büyüdüklerinde ailenin reisi, evin ekmek getiricisi rolünü… Ve bu oyun ilelebet sürüp gitmelidir – arada bir kol kırılsa da yen içinde kalarak (ne de olsa “dayak cennetten çıkma”dır).
Oysa oyun -ne kadar süredir ve ne ölçüde kurallarına göre oynandığı sorusundan bağımsız olarak- bozuldu… Erkek, ta 12 Eylül darbesinden bu yana, vahşi neoliberal kapitalizmin “sosyal devlet”i lime lime edilişinden beri ya işsizlik korkusunda ya işsiz, ya da artık hiçbir şeye yetmeyen ücretinin sıkıntısında. Kadın aile bütçesine katkıda bulunmak için iş bulabildikçe çalışıyor. Çocuklar ya büyük ebeveynlere ya da sokağa emanet… Ama yine de yetmiyor, mutfaktaki ateş sönmüyor, ev sahibinin kapıda bitivereceği aybaşı hemen geliveriyor… İhtiyaçlarsa, kapitalist tüketimciliğin kamçısı altında büyüdükçe büyüyor: kız akıllı telefon peşinde, oğlan marka spor ayakkabısı diye tutturmuş… Önceleri açları doyuran, çıplakları giydiren “Devlet Baba”, adeta düşman kesilmiş: Gemisini kurtaran, kaptan!
Yalnız ekonomik sıkıntılar mı; toplumsal yaşam da altüst olmuş durumda: nicedir düşük yoğunluklu bir iç savaş yaşanıyor ülkede… Vahşet görüntüleri artık halının altına süpürülemeyecek kadar net: işsiz, sefil baldırıçıplaklar, “Vatanı böldürtmeyiz!” histerisinde kelle avcılığı yapıyorlar Kürt sokaklarında… Milliyetçi duygular, şoven histeriye tahvil olmuş. Artık her futbol maçı bir meydan savaşı…
Bitmedi: ülke onbeş yıldır siyasal İslam’ın tasallutu altında… Ezberler bozuluyor: Dün sıradan yurttaşın doğru bildikleri, bugün telefon konuşmalarına, muhbir vatandaşlar aracılığıyla eş-dost sohbetlerine, internet iletişimine dek sızmış “Büyük birader” tarafından yaka paça yanlışlanıyor.
Ve nihayet, İkinci Dünya Savaşı vartasını “Yurtta sulh cihanda sulh” rehavetiyle atlatmış ülke, bugün komşusunu fiilen işgal ederken, yüzbinlerce mültecinin yanısıra, kelle kesen, diri diri insan yakan cihatçıları da buyur ediyor… Gelecek kaygısı, güvensizlik diz boyu.[4]
Sözün kısası; ülkenin çivisi çıktı, bugüne dek üzerinde ayakta kalmayı başardığı tüm dengeler alaşağı oldu…
Sırtına yüklenen erkeklik rolüne ilişkin tüm kapasitelerini yitirmiş, çaresizleşmiş, denetleme olanağına sahip olmadığı güçler elinde oyuncak hâline gelen, işsiz, yoksul(laşan) ve yoksun(laşan) ortalama Türkiyeli erkeği bu koşullar altında ya kaderine teslim olacak ya da bu “yeni”, kıran kırana düzene ayak uydurabilmek için saldırganlaşacak. Her iki koşulda da kabağın Türkiyeli kadınının başına patlayacağı, açık.
Şirazesinden çıkmış zaman, kadınların başına tecavüz, toplu tecavüz, ensest, yumruk, tekme, satırlı, tüfekli baltalı saldırı, diri diri betona gömülme vb. olarak patlıyor. “Muktedir olma”nın, yapabilmenin (eril) cinsel iktidarla bu denli özdeşleştirildiği bir toplumda, bireysel yetersizlik, düşkırıklıkları, çaresizlik duygusu, “erkeklik”i “güçsüz” addedilenler, kadınlar ve çocuklar üzerinden kanıtlamaya ve yitirilmiş iktidarı böylelikle bir nebze olsun geri kazanma yanılsamasına yöneltiyor bu toplumun erkeklerini… Atarlanarak, dayılanarak, olur olmaz kabarıveren nefislerini söndürebilmek için kadın, çoluk, çocuk demeden kırıp dökerek, o bir zamanlar küçük dağların yaratıcısı olarak dolaştıkları küçük dünyalarını arıyorlar, umutsuzca.
Ne de olsa kadına el kaldırmayı erkekliğin raconuna ters sayan o şövalyeler atlarına binip çekip gittiler. Meydan “demirin tuncuna, insanın piçine” kaldı…
1 Ocak 2017 13:59:29, Ankara.
N O T L A R
[*] Sanat ve Hayat Dergisi, No:46/06, Kış 2017…
[1] Marie von Ebner Eschenbach.
[2] “Bir Bali erkeği, neredeyse tümüyle tüysüzdür,” diyor Margaret Mead. “Öylesine tüysüzdür ki bıyık tüylerini bir cımbızla tek tek yolabilirsiniz. Göğüsleri Batılı hemcinslerine göre daha gelişmiştir. Batılı-Avrupalı erkekler grubu içerisine yerleştirilmiş bir Bali erkeği, ‘dişil’ gözükecektir. Buna karşılık, Balili bir kadın dar kalçalara ve küçük göğüslere sahiptir ve bir Batılı-Avrupalı kadın topluluğu içinde, ‘oğlanımsı’ gözükecektir. Pek çoğu çocuk emzirme yetisinden yoksun olmakla, belki de rahminin gelişmemiş olmasıyla eleştirilebilir.” (Margaret Mead, Male and Female. A Study of the Sexes in a Changing World, Dell Publishing Co., 1972: 144)
[3] Marksist biyolog Levontin, biyolojik determinizmin burjuva ideolojisinin bir aracı olduğunu öne sürerken tartışmayı ideolojik yüküne doğru yöneltir. Bir başka deyişle, doğanın insan üzerindeki belirleyiciliğini savunan görüşler -gerçekliğe uygunluk ya da uygunsuzluklarından bağımsız olarak- burjuva ideolojisine hizmet etmektedir, Levontin’e göre…
[4] “Önemli bir bölümü güvenlik ve korunma gereksinimini karşılamak en hafifinden kendini güvende hissetmek amacının yanı sıra silahlanma, terörün şiddetlenmesi ve avlanmaya ilişkin düzenlemelerin de etkisiyle Türkiye’de sivil silahlanma önemli bir artış gösteriyor. Sivil silahlanmadaki artışın nedenlerini sosyal problemlere dayandıran Umut Vakfı Yönetim Kurulu Üyesi Dr. Ayhan Akcan: ‘Şiddetin, savaş haberlerinin sürekli gündemde olduğu, bombaların patladığı ülkemizde insanların korku içinde olması ve kendini güvensiz hissetmesini neden olarak gösterilebilir. Cumhurbaşkanlığı düzeyinde halkın silahlanmasının darbe gibi durumlardan kendini koruyabilmesi için uygun olacağı doğrultusunda bir kanaat oluştu. Biz bu durumun karşısındayız. Kendini böyle koruyabileceğini düşünen vatandaş silaha sarılıyor. Türkiye’de iki evden birinde silah var. Yaklaşık 19 milyonluk bir rakam söz konusu ve kayıt dışında da talep artışı var’ dedi.” (“Türkiye Silahlanıyor”, Cumhuriyet, 25 Aralık 2016, s.1.)
Ayrıca “Türkiye’de yabancı liselerde okuyan gençler arasında yurtdışına gitmek isteyenlerin oranı üç yıldır artış gösteriyor. Bu liseleri seçen gençlerin yurtdışına gitmenin yollarını aramasının nedenleri, siyasi istikrarsızlık ve baskılar, ekonomik kriz beklentisi ile Ortadoğu’daki savaşın Türkiye’ye yansıma ihtimali diye sıralanıyor.” (“Bu gidişin dönüşü yok”, Cumhuriyet, 28 Aralık 2016, s.2.)
Dünyalılar – www.dunyalilar.org