“Artık yapar gibi yapmak değil, gerçekten yapmak söz konusu. ”Horatius’un, “Kusur korkusuyla suç işliyoruz” sözleriyle betimlediği tiranlık koşullarında, dik duran aykırı insan(lık), yeniden ve bir kez daha en büyük gereksinimimiz …
“Dik duran aykırı insan(lık)” dedim; siz de buna “boyalı kuş”, “beyaz karga” veya “aykırı” da diyebilirsiz…
Ornitologlara göre, bir karga sürüsünün içine, aynı sürüye ait beyaza boyanmış bir karga bırakıldığında, diğer kargalar tarafından derhal imha edilmekte ya da sürünün dışına atılmaktadır. Benzer duruma diğer hayvan sürülerinde de rastlanılmaktadır ki, bu davranış biçimi genelde sürüye özgüdür. İnsan(lık) da sürüleştirildiğinde, benzer durumlar görülür.
Jerzy Kosinsky’nin, ‘Boyalı Kuş’ başlıklı romanında da ele alınan egemen(lik), farklı olana, farklılıklara hep düşmanca davranmış, “boyalı kuş” muamelesi yapmış, yok etmiş veya en “ılımlı”sıyla dışlamıştır.
Kurallarını egemen(lik)in koyduğu yasaklar/ kurallar sürüleştirmenin gidişini biçimlendirirken; Friedrich Nietzsche de “sürü insan” kategorisine şiddetle karşı çıkarken; bunun panzehiri olan “aykırı”, ne “üst insan” ne de “süperman” falan değildir; olsa olsa dik duran “insan-ı kâmil”dir…
Yani “boyalı kuş”, “beyaz karga” veya “aykırı” denilen, değişimi mümkün kılmak için sürüleştirilmeye “Hayır” diyen insanî -başkaldıran- sağduyudur.
Bunun en büyük düşmanı, insanı insan olmaktan çıkartarak yabancılaştıran sınıflı-sömürücü egemenliktir. Kafa ve kol emeği bölünmesine yaslanan sınıf farkları üzerinde yükselen egemenliğin temelini işbölümü oluşturur. Tarih boyunca evrim geçirip, gelişen sınıf farklarıyla birlikte benzersiz biçimde gelişip, derinleşen yabancılaşma da tam bu zeminde boy verir…
Devreye soktuğu sefalete ve alçaltmayla sömürü ile yabancılaşmayı da derinleştirerek/ yaygınlaştıran kapitalist üretim insanı, tüketiciye tahvil edip sürüleştirerek yok ederken; “Faydacılık (utilitaryanizm), tüketicinin bakış açısını ve ahlâkını cisimleştirir.”
Gerçekten de kapitalist sistemde, birey kendisine sunulan ürünleri tüketmesi koşuluyla, aslında olmadığı, ancak gıpta ettiği özelliklere kavuşacağı yönünde ikna edilmektedir. Güç, güzellik, başarı gibi sıfatlar reklamlar üzerinden metalara atfedilmektedir. Önce güzelliğin, başarının ya da güç olgusunun tanımı yapılmakta, bireyin kendisini bu abartılı ve taraflı çerçevenin dışında hissetmesinin kaçınılmazlığından faydalanılarak, kendisine sunulan nitelikleri temsil ettiği iddia edilen ürünleri tükettiğinde, bu sıfatlara kavuşacağı; artık güçlü, güzel ya da başarılı görüneceği bilgisi zihne işlenmektedir.
Ürünleri tüketen birey, anlamı ve içeriği boşaltılmış meta üzerinden pazarlanan kimliğini oluşturmaya yönelik bu kavramların eksikliğini kısa süre içerisinde tekrar hissedecek, bu tatminsizlik duygusu bireyi tekrar ve tekrar döngüsel bir şekilde tüketime itecektir. Tüketim kültürünün, insan bedeni ve zihni üzerindeki yönlendirici etkisi bu dinamiklerle işler.
Oysa ki ürünler maniple eder ve doktrin yerleştirirler. Kendi sahteliğine karşı bağışıklığı olan bir sahte bilinç geliştirirler: Sonuçta da H. Marcuse’ün işaret ettiği tek boyutlu düşünce ve davranış kalıbı ortaya çıkar.
Kapitalist sistemin somut nitelik kazandıracak şekilde meta (ve kültür endüstrisi ürünleri) üzerinden (reklamlar vb. özendirici işlev yürüten kitle iletişim araçları ve devletin ideolojik aygıtları aracılığıyla) düzenin çıkarına uygun olarak satıp, “tek boyuta indirgediği” ve “yaşamının anlamını yitirmiş”, “yabancılaş(tırıl)mış” insan böyle üretilir.
Bu noktada Camus’un kendi zamanında sorduğu soru bugünün insanı için, belki de daha önce olmadığı kadar geçerlilik kazanmıştır: “Gerçekten ciddi olan tek bir sorun vardır; yaşam, yaşamaya değer mi, değmez mi?”
Otoriter, baskıcı bir yönetim altında insanların hayatının nasıl bir kabus olacağını anlatan George Orwell’in, “1984”ü karşı-ütopyasının gündelik hayata dönüştürüldüğü bugünde Camus’un dillendirdiği önemli bir soru(n)dur…
Sadece ‘Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ mü?
Hayır! Aldous Huxley, ‘Cesur Yeni Dünya’sı anlattığı bireyin “bilimsel”(?!) denetim ve koşullanmadan kaçamadığı “hedonist” zorbalık da bugünün bir parçasıdır…
Gerçekten de Huxley’in, baskıcı, totaliter, buyurgan betimlemesi bugün yaşa(tıl)dığımız koşulların (sürüleştirmenin) insanlıkdışı niteliklerinin deşifre eder. Hepimize Jack London’ın ‘Demir Ökçe’si, Yevgeni Zamyatin’in ‘Biz’iyle birlikte içinde debelendiğimiz sınıflı-sömürücü zorbalığı/ totaliterliğin nasıl ve niçin bir sürüleştirilme olduğunu hatırlatır.
Nihayet bunun panzehiri olarak, “dik duran aykırı insan(lık)”a kafa yormamızı “olmazsa olmaz” kılarken; Yılmaz Güney’i, tüm dostlarına “Gözüm” diye seslenen, hapsedilen, sürgüne gönderilen, acıları bal eyleyen Ahmet Kaya’yı anımsatır…
* * * * *
Sadece Onları mı? Hayır başkaları da var…
Mesela Aralık 1951’de Buenos Aires’ten Alberto Granado ile Güney Amerika yollarına düşüp, kıtanın en ücra köşelerini keşfe çıkarak, daha sonraki yıllarda “Büyük Amerikamız” diye söz ettiği dev kıtayla tanışan Che Guevara…
Hani bu yolculuktan sonra seyahati boyunca not tuttuğu motosiklet günlüğüne, “Bu deftere not alan adam Arjantin topraklarına adım atar atmaz öldü. Ben artık eski ben değilim. ‘Büyük Amerikamız’daki bu yolculuk beni hiç tahmin edemeyeceğim şekillerde değiştirdi,” satırları yazan Che…
Kaç kişi, egemen yabancılaştırmanın karşısında Che ya da Yılmaz Güney veya Ahmet Kaya gibi dik durarak, hayatını değiştirebilmiştir?
Sonra “Dünya herkese yetecek büyüklükte. Onun için, başkasının yerini kapmaktansa, çalışarak gerçek yerinizi bulun,” diye haykıran Charlie Chaplin…
Tıpkı 1950’lerin Amerika’sına bomba gibi düşen ‘Uluma’ şiiriyle “destansı bir başkaldırı çığlığı” olan Allen Ginsberg gibi:
Bakın çoğunluğun gıkını çıkaramadığı, emperyalist ABD İmparatorluğuna nasıl da meydan okurdu O:
“Amerika her şeyimi verdim sana, şimdi bir hiçim
17 Ocak 1956 ve iki dolar yirmi yedi sent.
Kendi kafam bile bir destek değil bana.
İnsanlarla savaşı ne zaman sona erdireceğiz Amerika?
Al şu atom bombasını da kıçına sok.
Kafam bozuk, Amerika, bir de sen üstüme varma,
Kafam yerine gelene dek şiir miir de yazmayacağım.
Söyle bana Amerika ne zaman melekleşeceksin sen?”
* * * * *
Pek çok umut kaynağı var. Eğer umudun içecek suyu olmasa susuzluktan ölürdü. Neyse ki, büyük kalabalık insan grupları var, Zapatistalar gibi, topraksız köylüler gibi… Tek olası dünya bu değil. Gerçeklik her sabah yeniden doğan bir çarpışma. Kim 1 Ocak 1994’te ormanın içlerinden Zapatistaların çıkacağını söyleyebilirdi. Kimse bunu öngörmedi ve şapkadan tavşan çıktı. Bu şu demek, hâlâ hayat var, uslu uslu boyun eğmeyi reddedenlerin arzusu… Bu dünya tepetaklak ve bakalım onu ters çevirebilecek miyiz, onu deniyoruz!”diye haykıran Eduardo Galeano…
Kapitalist yabancılama koşullarında sözün büyüsü yok olup, “kutsal”lığını yiterken Galeano için sözün onuru vardır; insan etten ve kemikten yapılmıştır, ama söylediği kelimelerden de yapılmıştır. Söz gerçeği göstermeyi başardığı ölçüde de değiştirme gücüne sahiptir.
Onun için söz, bütünüyle işlevsel, gerçeğe dokunduğu ve gerçeği dönüştürdüğü ölçüde değerliyken; Galeano’nun sözle ilişkisi çok boyutludur. Çünkü kalemi devrimcidir. O gerçeği dönüştürmek için yazar. Bunu da her fırsatta ifade eder. Bu anlamda da bütün sorumluluğu yüklenmiştir. Paul Nizan’ın sözlerini aklında tutar hep: “Dünyaya karşı bir suçlama olmayan tek bir büyük eser yoktur”.
“Kendi ülkende sürgün olup kendi içine sürgün edilmek, dışarıdaki herhangi bir sürgünden her zaman daha zor ve faydasızdır,” Galeano, hesaplaşmayı seçmiş bir aydın, yazar, militandır…
Bunu yaptığı için de, cezaevi ve sürgün hayatıyla tanışmış, sevdiklerini kaybetmiş, kendi deyişiyle pek çok kere ölüp yeniden doğmak zorunda bırakılarak, “Hayır” diyebilmenin erdemini yaşatmıştır…
“Latin Amerika’nın hafızası” olarak da anılan Galeano’nun vicdanı dünyayı kucaklayan zenginliktir…
Afrika kıtasının talan edilmesine gösterdiği tepkinin aynısını, kadının erkeğin malı haline dönüşmesine ya da çocuklara uygulanan şiddete de gösteren; kapitalizmin doymak bilmezliğine direnmenin onurundan söz eden Galeano için John Berger şunları söylemişti: “Eduardo Galeano yayımlamak, düşmanı yayımlamak gibidir: yalanların, eşitsizliğin, hepsinden önemlisi de unutkanlığın düşmanını. Suçlarımızı unutturmadığı için ona minnettarız. Onun şefkati yıkıcı, hakikati hiddetli.”
Galeano’nalara ne kadar çok ihtiyacımız var…
* * * * *
Sonra da “Bence üslup içeriğin hemen dışındadır, içerik ise üslubun içindedir, insan bedeninin dışı ve içi gibi – ikisi birliktedir, birbirinden ayrılamaz,” diyen Jean-Luc Godard…
‘Amerikan Sinema Sanatları ve Bilimleri Akademisi’nin “Sinema tarihînde yeni ufuklar açan bir modernist olarak” tanımladığı Jean-Luc Godard; De Baecque’e göre, “O kendine karşı ikon düşmanı kökten, sarsılmaz bir tepki yansıtıyor. Yaşadığı her duygusal, sanatsal kopuşlarında arşivlerini tümüyle dağıtıyor, geçmişinin izlerini siliyor. Bazen de gününü kurtaracak bir para karşılığında arşivini eskicilere veriyor.”
Onun yapıtlarında aklın, ruhun o ender ulaşılan saf yaratımı vardır. Erkek karakterler onun adını taşır. Kendi efsanesiyle bile dalgasını geçer. Ona göre yapıt kalıcıdır, yazarın önemi yoktur. Sinemayla birlikte öleceğini düşünür, sinema bitince o da yok olacaktır.
Godard en sivri, en duyarlı radardır; bildirimleriyle, ilgileriyle, yazarlığıyla zamanının en etkili görsel, biçimsel simgesidir.
Godard’ın yaşamöyküsünü kavramak, kuşkusuz 1950’lerin ve 60’ların sanatsal ve politik ortamını anlamakla mümkündür. Bu bağlamda da yaşamı boyunca içinde yer aldığı entelektüel ve kültürel ortam göz önüne alındığında, Godard’ın yaşamöyküsü “bir sinemacının portresi” olmaktan fazlasıdır.
Oldukça seçkin bir ailenin içinde ve iyi bir eğitim alarak geçirdiği çocukluğu Godard için unutmak istediği bir anı gibidir. Ayrıksı kişiliği ve sürekli olarak yarattığı hayal kırıklığıyla Godard ailesinin “kötü çocuğu” olan Jean-Luc, anne babasının ayrılığı ve annesinin erken ölümü üzerine uzun yıllar boyunca ailesi ile ilişkilerini minimum düzeye indirir. Ailesinin kendisine sağlayabileceği ekonomik rahatlığı da ne yaşamında ne de filmlerinde kullanmaz.
1949 yılında Sorbonne Üniversitesi Antropoloji Bölümü’ne kayıt olur ancak buradaki derslere değil, Sinematek ve Paris’teki diğer sinema kulüplerindeki sinema derslerine ve toplantılarına devam eder.
Godard için “Sinemayı geliştirmek, dünyayı geliştirmektir” ve Godard, gerçeği olduğu hâliyle yansıtmayı değil, görünmez olan gerçekliği de kamera önünde görünür kılabileceği bir inşa sürecini tercih ederken; hep dik duran bir aykırı olmayı seçmiştir…
* * * * *
Özetin özeti, onlar ve benzerleri bize hep dik duran aykırı insan(lık) ne olduğunu öğrettiler…
Hem de “Hep bir ağızdan türkü söyleyip/ hep beraber sulardan/ çekmek ağı/ demiri oya gibi işleyip hep beraber/ hep beraber sürebilmek toprağı/ ballı incirleri hep beraber yiyebilmek/ yarin yanağından gayri her şeyde/ her yerde/ hep beraber/ diyebilmek” için
Nâzım Hikmet’in, “Şarkılarımız/ Ön safta en önde saldırmalıdır düşmana/ Bizden önce boyanmalıdır şarkılarımızın yüzü kana…”
Adnan Yücel’in, “Bitmedi daha sürüyor o kavga/ Ve sürecek/ Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek…”
Atillâ İlhan’ın, “O sözler ki kalbimizin üstünde/ Dolu tabanca gibi/ Ölüp ölesiye taşırız/ O sözler ki, bir kere çıkmıştır ağzımızdan/ Uğrunda asılırız…”
Ahmed Arif’in, “Umut, saklımızda ölümsüz bayrak/ Kırmızı kırmızı/ Dalga dalgadır…”
Enver Gökçe’nin, “Sana bin teşekkür/ Büyük ızdırap/ Bana sevmeyi/ Bana hakikâti/ Bana insanları öğrettin…”
Namık Kemal’in, “Zalim olsa ne rütbe bi perva (Zalim ne kadar pervasız olursa olsun)/ Yine bünyad-ı zulmü (zulmün binasını) biz yıkarız/ Merkez-i hâke (yerin, dünyanın merkezine) atsalar da bizi/ Küre-i arzı (yer küresini) patlatır çıkarız…” dizelerini bir kere daha anımsatarak…
Onlardan öğrenmeli; onlara imrenmeli, hayranlık ve minnet duymalıyız…
Temel Demirer