Bir halkın kurduğu şehirlerdeki mimariye, planlamaya bakın. Karakter analizini ona göre yapın. Siyasetini, eğitimini ona göre bilin!
Dikdörtgen… Algılanması, tasarlanması en kolay şekil… Tüm mimarimiz dikdörtgenlere pencere açmaktan ibaret… Bence mimarimizdeki ve tüm eşyamızdaki bu dikdörtgen eğilimi, insanoğlu olarak ne kadar sıradanlaştığımızın, estetik algımızın ne kadar zayıfladığının ve dolayısıyla duygularımızın, algılarımızın ne kadar fakirleştiğinin en büyük ispatıdır.
Bir halkın kurduğu şehir, yaşamdan ne anladığıdır, hayattan ne kadar zevk aldığıdır; hayatta en çok neyi aradığıdır…
Okuldaki sıramız, tahtamız, mutfak tezgâhımız, otomobillerimiz, kamyonlarımız… Hatta aşklarımız bile dikdörtgen… .
Her şeyin çirkinine alıştık; ya da alıştırıldık ülke olarak… Siyasetten, sinemaya, kitaplardan binalara kadar her şeyin çirkinine alıştık! . Göz, beyin ve kalp, çirkinliğe bir kere alıştı mı bir sonrasını da kabul etmesi kolaylaşıyor bence. Çirkine, çirkinliğe alışan insanlar, çirkin davranışlara daha meyyaller sanki.
İçim kararıyor, yan yana, üst üste durup güneşimi kesen çirkin binalardan. Kar marjını azalmasın diye otopark açmadan bu ibretleri bina eden insanlardan. Kaldırımlara park eden arabalardan içim kararıyor. Mimarları takan kim? Mühim olan bir an evvel çok dükkanlı ve daireli bir bina sıkıştırmak arsaya! Biz buna müteahhit mimarisi de diyebiliriz… Maksatları sistem kurmak değil, kar büyütmek…
Dikdörtgen kutular içinde sallıyorlar sanki bizi. Kutu içindeki bir boncuk gibi sesler çıkarıyoruz. Anlamsız sesler; çünkü sallanmaktan sarhoş olduk. Bazen ne konuştuğumuzu kendimiz bile anlamıyoruz; çünkü konuşan iç dünyamızdaki adem olmuyor çoğu zaman. Dört bin beygir gücünde, dikdörtgen minibüsler ve kamyonlar geçiyor, dilimizle kalbimiz arasından. Hiç durmayan telefon bildirim sesleri geçiyor, bir işten ötekine yetişmek telaşları geçiyor, bir taksitten ötekine yetişmek gayreti geçiyor, bir krediyi diğerini çekerek ötelemek geçiyor, bir kirayı ödeyip diğerini hazırlamak çilesi geçiyor… Geçiyor da geçiyor, kendimizle aramızdan… Bu gidişe, sistemsiz bir biçimde kanser hücresi gibi büyüyen bu dikdörtgenler istilasına dur diyemiyoruz vesselam…Kitlesel sarhoşluk, yahut körlük böyle bir şey olsa gerek.. Hayat telaşı sebep oluyor buna.
Şeklen büyük ama muhtevaları küçük insanlar mı türetiyoruz acaba? Tefekkür ve diyalektikle geçirdikleri zaman, dikdörtgenin kısa kenarları gibi; ama imajları için ve konuşmak için ayırdıkları zaman dikdörtgenin uzun kenarları gibi. Mütefekkir çıkarmıyor bu şehir. İmajı kuvvetli, demagoglar çıkarıyor ancak. Her tarafı dikdörtgenlerle dolu, nefes alamayan bir şehirden fazlasını da beklemiyorum doğrusu. En büyük dertleri, hakikati bulmak, incelikler üzerine yaşamak değil; fark edilmek, seçilmek! Kınamıyorum onları da, onların da demek ki kendilerini sevebilmeleri için bunu yapmaya ihtiyaçları var…Malum, her birimiz dev betonlar arasında fark edilmeyecek kadar küçük ve önemsiziz.
Birbirlerine yaslanmış, geçici barınma evlerini andıran çirkin binaların her birinin ayakta öldüğü bir şehir İstanbul. Tüm binalarımız duygudan, estetikten uzak. Yaşadığımız şehrin görüntüsü, vaziyeti bence insanların da ruhuna ve düşüncelerine yansıyor. Çirkinliği, yakışıksızlığı bir kere kabul eden beyinlerin estetik eşikler, düşüyor. Estetik deyip geçmeyin, doğrudan duygularımızla ilgili bir konu.
Kelimelerimizi, dikkatimizi, uykumuzu, benlik algımızı, sevmek asaletimizi, ait olmak duygularımızı kaybediyoruz sanki bu dikdörtgen kutu içinde sallana sallana…Birileri gıdalarımızın sağlığıyla oynuyor, birileri dikdörtgen tv ekranından algımızla, ruh sağlığımızla oynuyor, birileri iş yerinde onurumuzla oynuyor…Bir o yana bir bu yana, eş kenar acılarla sallanıp dururken insanlığımızdan uzaklaşıyoruz sanki…Başımıza ne geliyorsa hep bu dikdörtgen düşünmekten…
Bir halkın mimarisine bakın. Kurduğu şehirlerdeki planlamaya bakın. Karakter analizini ona göre yapın. Siyasetini, eğitimini ona göre bilin!
ERSİN BAYSAN
ersinbaysan_78@hotmail.com