Yaşamın yapısında umut ve inanca bağlı olan ve onların bir halkasını oluşturan bir öğe daha vardır: cesaret ya da Spinoza’nın adlandırmasıyla, direnme gücü. Belki de direnme gücü belirgin, daha açık bir anlatım, çünkü günümüzde cesaret daha çok yaşama yürekliliğini değil de ölme yürekliliğini göstermede kullanılıyor. Direnme gücü; umut ve inancı, boş iyimserliğe ya da usdışı inanca dönüştürerek, dolayısıyla onları yok ederek bu ikisinden ödün verme yönünde baştan çıkarılmaya karşı koyma yetisidir. Direnme gücü, dünya “evet” sözcüğünü duymak istediğinde “hayır” diyebilme yetisidir.
Ancak direnme gücünün bir diğer yönünü dile getirmezsek, onu tam olarak anlayamayız. Bu, korkusuzluktur. Korkusuz kişi gözdağından, hatta ölümden bile korkmaz. Ama çoğu kez olduğu gibi, “korkusuz” sözcüğü, tümüyle farklı birkaç yaklaşımı ve davranışı daha kapsar. Yalnızca en önemli üç tanesini söylüyorum: Birincisi, kişi yaşamayı umursamadığı için korkusuz olabilir; ona göre yaşam pek değerli değildir, dolayısıyla ölme tehlikesi karşısında bile korkusuzdur; ama ölümden korkmamasına karşın yaşamdan korkabilir. Korkusuzluğu, yaşam sevgisinden yoksun oluşundan kaynaklanmaktadır; yaşamını tehlikeye atma konumunda olmadığı zaman, genellikle korkusuz değildir. Hatta, yaşam korkusundan kendisinden korkmaktan, insanlardan korkmaktan kaçınmak için sık sık tehlikeli durumlar arar.
İkinci bir korkusuzluk türü de, ister bir insan olsun ister bir kurum ya da fikir, bir tapıma, onun yaşamını paylaşıyormuşçasına boyun eğmiş bir kişinin korkusuzluğudur; tapımın buyrukları kutsaldır; bedeninin yaşamını sürdürmek için ortaya koyduğu buyruklardan çok daha zorlayıcıdırlar. Bu tapımın buyruklarına uymamayı ya da onları kuşkuyla karşılamayı başarabilse, tapım ile özdeşliğini yitirmek tehlikesiyle karşı karşıya kalacaktır, buysa, kişinin kendisini son derece soyutlanmış bir durumda, dolayısıyla deliliğin eşiğinde görme tehlikesini doğurmak anlamına gelmektedir.
Üçüncü korkusuzluk türüyse, kendi kendisiyle kalan, kendine güvenen ve yaşamı seven, tam anlamıyla gelişmiş insanlarda görülür. Doymakbilmezliği yenmiş kişi, herhangi bir tapıma ya da herhangi bir şeye tutunmaz, dolayısıyla yitirecek hiçbir şeyi yoktur: zengindir çünkü boştur, güçlüdür çünkü arzularının esiri değildir. Tapımlardan, usdışı isteklerden ve düşlemlerden (fantezilerden) kopabilir çünkü kendi içinde ve dışında gerçeklikle tam bir ilişki içindedir. Böyle bir insan tam “aydınlanmışlık”a ulaşmışsa, tümüyle korkusuzdur. Ereğine doğru ilerlemiş, ancak henüz varmamışsa, onun korkusuzluğu da tam olmayacaktır. Ancak, tam anlamıyla kendisi olmaya doğru bir adım atmaya çalışan herkes, korkusuzluk yönünde yeni bir adım atıldığında, çok kesin bir güç ve sevinç duygusunun uyandırıldığını bilir. Yeni bir yaşam evresinin başlamış olduğunu duyumsar. Goethe’nin dizelerindeki hakikati hissedebilir:
“Evimi bir hiçliğin üzerine kurdum, bu yüzden bütün dünya benimdir.”
Umut ve inanç, yaşamın temel nitelikleri olduklarından doğaları gereği statükoya bireysel ve toplumsal olarak yüceltme yönünde hareket ederler. Sürekli bir değişme süreci içinde bulunmak ve asla herhangi bir belirli anda aynı kalmamak, yaşamın niteliklerinden biridir. Gerek organik yaşam ve inorganik madde tanımlamaları, gerek ikisi arasındaki sınırı tartışmanın yeri burası değil. Kuşkusuz, günümüz biyoloji ve genetiği açısından, geleneksel ayrımlar tartışma götürür duruma gelmiştir; ancak bu ayrımların geçerliliğini yitirdiğini kabul etmek yanlış olacaktır; yerlerine yenilerini koymak değil, bunları arındırmak gerekmektedir.
Atıl, hareketsiz duran yaşam ölmeye eğilimlidir; eğer atıllık eksiksizse, ölüm gerçekleşmiş demektir. Buna göre, yaşam, hareket etme niteliğinden ötürü, statüko’dan kurtulup çıkmak ve onu aşmak eğilimindedir. Ya daha güçlü hale geliriz ya daha zayıf, ya daha akıllı ya daha ahmak, ya daha yürekli ya daha korkak. Her saniye, iyi ya da kötüye götürecek bir karar verme anıdır. Tembelliğimizi, doymakbilmezliğimizi ya da nefretimizi ya besleriz, ya da açlıktan öldürürüz. Ne kadar beslersek o kadar güçlenir; ne kadar aç bırakırsak o kadar zayıflar, güçsüzleşen birey için geçerli olanlar, toplum için de geçerlidir. Toplum, durağan değildir; gelişmezse, kokuşur; statüko’ya daha iyiye doğru yükseltmezse, kötüye doğru bir değişme gösterir. Çoğu kez toplumu oluşturan bireyler ya da topluluklar olarak hareketsiz durabileceğimiz ve belirli bir durumu şu ya da bu yönde değiştirmeyebileceğimiz yanılsamasına kapılırız. Bu en tehlikeli yanılsamalardan biridir. Hareketsiz durduğumuz an kokuşmaya başlarız.
Bu kişisel ya da toplumsal dönüşüm kavramı, dirilişin (yeniden ortaya çıkışın) anlamını Hristiyanlık’ taki dinbilimsel anlamlarına dokunmaksızın yeniden belirlememizi olası, hatta zorunlu kılmaktadır. Hristiyanlık’ taki anlamı, belki de yeni anlamın simgesel anlatımlarından biri olan diriliş, yeni anlamıyla bu yaşamın gerçekliğinden bir başka gerçeklik yaratmak değil, bu gerçekliği, daha büyük bir canlılık sağlamak yönünde dönüştürmektir. İnsan ve toplum, umut ve inanç edimi içinde, her an diriltilmektedirler; her sevme edimi, her farkındalık ve tutku edimi diriliştir; her durgunluk edimi, doymakbilmezlik, bencillik edimi ölümdür. Varoluş her an bizi diriliş ve ölüm seçenekleriyle karşı karşıya getirir; her an bir yanıt veririz, birini seçeriz. Bu yanıt, söylediğimiz ya da düşündüğümüz şeyde değil, ne olduğumuzda, nasıl bir edimde bulunduğumuzda ve nereye doğru hareket etmekte olduğumuzda yatmaktadır.
Erich Fromm’ un Umut Devrimi adlı kitabından
Dünyalılar (www.dunyalilar.org)