İnsanın ve doğanın ötekileştirilmesinin hikayesi…
İnsanın doğayla olan ilişkisi Neolitik Dönem (Yeni Taş Devri) adı verilen süreçte farklı bir boyut kazanmıştır. Bu dönemde Mezopotamya’nın “Verimli Hilal” bölgesindeki iklim değişiklikleri insanların yıllardır devam ettirdikleri avcı toplayıcı yaşamı zora sokmuştur. Bunun sonucu olarak insan varlığını devam ettirebilmek için yıllardır bitki ve hayvanlarla bir arada olmanın getirdiği bilgi birikimiyle toprağı ve hayvanı evcilleştirmiştir. Toprağa ekilen tohum ve onu korumak amacıyla evcilleştirilen havyan insanın yerleşik bir yaşamı benimsemesiyle sonuçlanmıştır. Ve böylece insan doğaya tâbi konumdan ona hâkim bir tarihsel sürece doğru evrilmiştir. Bu dönemden sonra insan önceden yalnızca karnını doyurabileceği kadarına razıyken, yeni dönemde fazlasını isteyen, doğanın verdikleriyle yetinmeyen, ondan olabildiğince faydalanmayı amaçlayan bir tutumla hareket etmeye başlamıştır. Bu süreç insan ve doğanın karşıtlığını getirmiş ve doğa ötekileşmiştir.
Doğanın öteki olması ve insanın onu olabildiğince kendi yararına dönüştürme çabası yeni teknolojilerin geliştirilmesiyle hız kazanmıştır. Gelişen teknoloji insanın ürettiği ürünlerin fazlalaşmasına ve artık ürünün ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Artık ürünün denetimi ve onu toplayanların prestij kazanması özel mülkiyeti doğurmuş, bu durumun daha da belirginleşmesi bazı kişilerin bu ürünler üzerindeki hakimiyetini ve savunma ihtiyacını ortaya çıkarmıştır. Bu durumun getirisi de devletli toplum olmuştur. Devletin ortaya çıkışıyla birlikte yalnızca doğa ve insan arasında değil insan ve insan arasında da eşitsizlikler ortaya çıkmıştır. Öncelikle doğayı ötekileştiren insanın ikinci ötekisi kadın olmuştur. Avcı toplayıcı dönem kadının doğurma ve emzirme gibi biyolojik özellikleriyle bağdaşık bir dönemdir, bu nedenle bu durum kadın ve erkek arasında çok büyük farklılıklara yol açmamıştır. Çapa tarımının hâkim olduğu dönemde de bu ayrım çok belirginleşmemiştir. Ancak saban tarımının başlaması kadını ağır bir yükten kurtarsa da onun ürün üzerindeki denetimine son vermiş böylece kadın ve erkek arasındaki eşitsizlik derinleşmiştir. Bu dönemden sonra erkek, ağır tarım işleri, uzun mesafe ticareti, savaşlar gibi toplumun öncelikli işlerinde ön planda yer alırken kadın ev çevresine hapsolmuş ve bir vâris yetiştiricisi olarak görülmeye başlanmıştır. Bu dönemden sonra kadın da artık ötekidir ve doğayla aynı kaderi paylaşmaktadır.
Toplumların bu tarihsel süreç içerisinde geçirdikleri dönüşümlerle birlikte artık insan için kendi adına olumlu gibi görünen ancak doğa için hep olumsuz sonuçlar doğuran bir devir başlamıştır. Devletin doğuşu daha sonraki dönemlerde farklı biçimler kazanarak devam etmesi insan için doğanın değersizleşmesinde hep bir adım daha ileri gidilmesiyle sonuçlanmıştır. İnsanların daha hâkimiyetçi bir yapıya sahip devletler oluşturma çabası bazı toplulukların diğerleri üzerinde baskı ve tahakküm oluşturmasına onların topraklarını fethedip sömürgeleştirmesine sebep olmuştur. İmparatorluklar dönemi olarak bilinen bu dönemde daha savaşçı bir yapıya bürünmüş olan devlet kurumu, bu karakterleriyle daha fazla doğa felaketine ve çevrenin daha da ötekileştirilmesine neden olmuştur. Savaşlar ve fetihler dönemi devletleri yayılmacı politikalarla kendi içlerinde çok farklı etnik grupları barındıran bir yapıya sahip devletler olarak ortaya çıkmışlardır. Ancak bu yapı 1789 Fransız Devrimine kadar sürmüştür. Çünkü Fransız Devrimiyle birlikte ortaya çıkan milliyetçilik akımı yeni bir süreç getirmiş, imparatorluklar içerisindeki etnik gruplar kendi devletlerini kurmak için isyan etmişlerdir. Milliyetçilik akımıyla ortaya çıkan bu süreçte artık etnik merkeziyetçi yeni bir devlet anlayışı ortaya çıkmıştır.
Ulus devletler homojen toplum idealiyle kurgulanmış yönetim biçimleridirler. Bu idealle hareket eden devletin en önemli karakteri egemen olanın dışında kalan diğer etnik grupları ötekileştirmektir. Ancak bu ötekileştirme yalnızca ulus devlet içerisindeki etnik gruplar için geçerli değildir, onların çevresi de ulus devletin ötekisidir. Çünkü insanın yaşaması onun çevresine bağlıdır. Onun toprağına, suyuna, havasına, ormanına ne kadar zarar verirseniz öteki olanın yaşamasını da o kadar zorlaştırırsınız. Bu nedenle ulus devlet politikaları en çevre kirletici fabrikalarını ötekinin toprağına kurar, onların meyve bahçelerini yakar, ormanlarını bombalar, “uğrunda ölen varsa vatandır” anlayışıyla savaşı tetikler. Çünkü çevre aynı zamanda vatandır, birilerinin kanıyla sulanmadıkça da ulus devletler için anlamsız bir kavramdır. Ötekiyi yok etmek için öncelikle onun çevresini yok etmek gereklidir ki ulus devlet politikaları bunu başarmak için elinden geleni ardına koymaz. Somut bir örnek vermek gerekirse Türkiye‘de 1991 yılında doğu ve Güneydoğu‘da arı kovanları yakılmış, katırlara ateş açılmış ormanlar bombalanmıştır. Çünkü orada yaşayan insanlar Türkiye’nin ötesinde yer alan Kürtlerdir, onların çevresini yok etmek onlarında yok olmalarını sağlayacaktır ve böylece ulus devlet gidemediği toprakları kanla sulayıp vatanlaştıracaktır. Kısaca ulus devletler için eco-cide-etni-cide-vatan kavramları birbirleriyle iç içe geçmiş kavramlardır. Yani kendi içerisindeki etnik grubun çevresi etnik bir çevredir, etnik grubu yok etmek onun çevresini yok etmekten geçer ve coğrafya o zaman vatan anlamı kazanır.
Modernizmin yalnızca devlet anlayışı değil, bilim, teknoloji, tüketim alışkanlıkları da çevrenin oldukça ötekileştirilmesine sebep olmuştur. Modernizmin pozitivist bilim anlayışı insanın refahını yükseltmek idealiyle çevreyi laboratuvar gibi kullanmış, hayvanı bir deney malzemesi haline getirmiştir. Gerçek ve mutlak bilgiye ulaşmak hatta bilginin bilgisine ulaşmak için çevreden olabildiğince yararlanmış bu faydacı anlayışdünyanın, havasını, suyunu, toprağını alabildiğince sömürmüştür. Bu dönemde doğa ve hayvan yaşamın öznesiyken nesnesi haline gelmiş insan yalnızca doğaya değil kendisine de yabancı bir varlık haline gelmiştir. Gelişen teknoloji dünyadaki tüm varlıkları saniyeler içinde yok edebilecek seviyede silahlar üretmiş ve bu durum dünyanın farklı bölgelerinde yalnızca doğa ve hayvan kırımlarına değil insan kırımlarına da neden olmuştur. Yani modernizmin gelişen sanayi ve teknolojisi insanın kendi varlığına da kast eder durumdadır. Ayrıca değişen tüketim alışkanlıkları hayvanları pet shoplara hapsedip, çiçekleri lüks dükkânlarda bir meta haline getirmiştir. Bütün bu süreçte dünyanın çevresi oldukça zarar görmüş ve bu gün dünya küresel ısınma gibi geri dönüşü olmayan bir yola girmiştir. Kısaca insan eliyle dünyanın sonu getirilmiş insanın homosentrik yaklaşımı kendisinin de sonunun başlangıcı olmuştur.
Emek Erez