“Hayat yolculuğumun tamamı, Kalvinist öğretilerin dikte ettiği, insanların yazgılarının önceden belirlenmiş olduğu fikrine tepki olarak okunabilir. Eğer tesadüfen doğmuş olduğumu düşünseydim, intihar ederdim. “
Bu tarz bir inanış benim için hiçbir anlam ifade etmiyor. Kesin olarak bildiğim bir şey varsa, o da bu dünyada insanileşme sürecinin devam ettiği. Yürüdüğümüz yol cesetlerle dolu. Ama bizi adalete götürecek olan yol yine de bu yol. Tarih bunu söylüyor, benim şahsi tecrübelerim de bunu söylüyor. Adalet için verilen mücadelede engellemelere aldırış etmeden yola devam etmek gerekiyor.
Bir fikrin ne zaman toplumsal bir güç haline geleceğini bilemeyiz, biz yolumuza devam etmeliyiz. Bu dünyayı anlamlı kılan şey sen, ben ve herkes. Hayatın anlamına gelince, bunu bizler anlamlı hâle getiriyoruz. Eğer seversek, adalet için mücadele edersek ancak o zaman dünyaya anlam eklemiş oluruz.
Her insanın yaşayabileceği iki türlü hikaye vardır. İlki, şu an gözümüzün önünde duran, gerçekte yaşanan. Bu hikâye geriletici ve umutsuzluklarla dolu. Diğer hikaye ise bir tür ütopya, ya da Adorno’nun da dediği gibi ‘haklı vicdan’. Yani, vicdanın haklılığını iddia ettiği şey. Bu hikaye yıldan yıla gelişiyor. Örneğin, günümüzde kimse artık köleliği savunmaya cesaret edemiyor. Ütopya, mevcut olanın da ötesine geçmek demektir. Kölelik düzeni, sömürge düzeni, kadınlara karşı ataerkil düzen bir zamanlar değişmez görünüyordu. Ancak, tüm bunlar yok edildi ya da etkileri azaltıldı. Ütopya, içimizdeki karmaşık bir illüzyon demek değildir; tarihsel bir güçtür. Öyle bir zaman gelecek, bu güç kendini hakikatler ışığında yeniden canlandıracak. İşte bu devrim anıdır, çok gizemli bir andır. Bu nedenle umut gerçekliktir.
Marx, 14 Mart 1883’te gözlerini yumdu. Kendisi, hayatının sonuna kadar, ‘nesnel mahrumiyet’ dediği, yani mevcut kaynaklar ile insanların baskılanamaz ihtiyaçları arasındaki dengesizliğin yüzyıllarca devam edeceğine inanıyordu. Ancak, bu nesnel mahrumiyetin üstesinden gelindi. Oluşturulan kapitalist koruma biçimi, ölümcül yamyam düzenini oluşturmuş, bu da olağanüstü bir yaratıcılık gerektirmiştir. Bu aynı zamanda muazzam servetlerin biriktirilmesine ve tekelleştirilmesine neden oluyor. Geçen yıl, en büyük 500 özel şirket, dünyada üretilen servetin yüzde 52.8’ini kontrol ediyordu. Bu şirketlerin gücü, ne krallar ne de Papa’da vardı. Öyle güçlüler ki, tüm devletleri yönetiyorlar. Her ne pahasına olursa olsun, kârlarını arttırmaya çalışan bu şirketler, herhangi bir devlet ya da parlamento tarafından denetlenemiyor. Bu yamyam düzenin en büyük etkisi de sıradan insanlara oluyor. Her dört dakikada bir kişi A vitamini eksikliğinden kör oluyor. Bu düzen hem ölümcül hem de absürt. Anlamsız bir şekilde bu düzen içinde insanlar, aslında mevcut tarım imkânlarıyla dünyada 12 milyar insan doyabilecek iken açlıktan ölüyorlar.
Her 1 dakikada 3 çocuk açlıktan ölüyor. Açlıktan hayatını kaybeden bir çocuk, katledilmiş bir çocuktur.
Jean Ziegler
Aktivist, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Konseyi Danışma Kurulu Başkan Vekili
Dünyalılar