Arka Bahçemiz

Düşmanımdan Korkmam Devletimden Korktuğum Kadar

Devlet bizi kimden korur? Türkiye’de buna verilmiş cevapların çokluğu şaşırtıcıdır. Malum, dört tarafımız hainlerle, alçaklarla doludur. Doğudan batıya, kuzeyden güneye hangi yöne gidilse bir düşmana rastlanır. Üstelik içimizdeki düşmanlar pek bir yaman, pek bir sinsidir. Devlet bizi önce içimizdeki düşmanlardan korur. İçeride dışarıda herkes Türkiye’yi bedbaht etmek için uğraşmaktadır.

Biliyorum; bu ülkede gerçekten bu kanaati değiştirmek zor. Devletlerin bizi koruduğu yalanını ifşa etmek, hele bunu Türkiye örneği üzerinden anlatmak hepsinden daha zor. Ordu bir an için sınırları bıraksa Ermeni-Rum-Arap-Rus hepsi toplanıp hop diye işgale başlayacaklarına herkes inanmıyor belki; ama yıllarca sistematik şekilde yürütülmüş bir korku siyasetinin sonucunda birçoğumuz ordusuz, savaşsız, silahsız, tehditkar olmayan bir hayatın nasıl olabileceğini unutmuşuz. Aptal siyasetine realite demek gibi bir çarpıklık çıkmış ortaya.

Bu ülkede düşman diye bellenenlerin bizatihi devlet tarafından üretildiğini fark etmek gerekiyor. Üretmek derken, iki anlamda: Bu düşmanların büyük bir kısmı uydurulmuş fantezilere, masallara dayanıyor. Tehdit algısını canlı tutmak için birtakım şişirilmiş düşmanlara ihtiyaç duyulmuş. Diğer bir kısım somut düşmanlıklar ise bizzat devletin uygulamalarının sonucunda oluşmuş zaten: tepesine basılanlar, toprağı çalınanlar, yaşamları boyunca dışlananlar…  Her iki durumda da düşmanlık dediğimiz devletlerin ortaya çıkış ve varoluş sebebi. Kısaca durumu şöyle izah edebilirim: Düşmanımdan korkmam devletimden korktuğum kadar.
Korku siyasetinin nelere muktedir olduğunu, insanlara hangi masalları anlattığını, nasıl düşman yarattığını ve dünyayı nasıl yaşanmaz bir yer haline getirdiğini anlatmak için başka bir örneğe, Amerika Birleşik Devletleri’ne bakmayı öneriyorum. Herhalde korku siyasetinin en şatafatlısı, en arsızı uzun süredir orada imal ediliyor, oradan dünyaya pazarlanıyor. Ancak başından belirtmem lazım: Derdim Amerika’yı aşırıya kaçmış bir yer olarak resmedip buraların hala iyi durumda olduğunu ima etmek değil. Aksine hem burada hem orada devletlerin düşman üretme siyasetine dikkat çekmek istiyorum ve pekçok insanın vicdanını rahatsız eden Amerikan örneğinden yola çıkarak bizi kendi devletimiz üstünde düşünmeye ve korkularımızı sorgulamaya davet ediyorum. Devlet tarafından etkin bir şekilde yaratılıp sürdürülen korkuların galiz bir örneğini önümüze koyarak düşündürmek istiyorum.

Bir isimle başlayayım: Leo Strauss. Kendisi bugünkü yeni-muhafazakar dalganın fikir babası olarak anılıyor. Şikago Üniversite’sinde, New York’taki The New School’da ve daha evvelinde İngiltere’de Cambridge’te ders vermiş bir siyaset felsefecisi.

1899’da bugünkü Alman topraklarında doğuyor. Birinci Dünya Savaşı’nda Alman ordusunda savaşıyor; ancak daha sonra Yahudi olduğu için ülkeden kaçmak zorunda kalıyor. Siyonizme (siyonizmin tehlikelerinin farkında olmakla birlikte) sempati duyuyor. (Bunu yazdığım anda Türkiye’de ne yazık ki çok yaygın bir repertuarın içine düşmekten korkuyorum. Dünyadaki bütün marazları Yahudilikle, ırkla, soyla sopla açıklayan araştırmacıların yaptıklarına mesafeli durduğumu hemen belirteyim; ancak bir yandan da Amerika’daki muhafazakar kanadın ne tür bir kozmolojiyle beslendiğini vurgulamanın önemli olduğunu düşünüyorum).

İşin doğrusu, Leo Strauss’u tek başına bugünkü yeni-muhafazakarların iktidar hevesinin ve dünya görüşlerinin kökenindeki adam olarak görmek durumu fazla basitleştirmek olur. Ancak gene de onun öğretilerinin, bir miktar da çarpıtılmak suretiyle, bu grubun düşünceleri üstünde etkili olduğunu söylemek mümkün. Bunlardan belki en önemlisi Strauss’un liberalizme karşı aldığı duruş. (Aklınıza bugün kullandığımız neo-liberalizm’deki liberalizm gelmesin).

Strauss’a göre liberalizm, bireysel hakları öne çıkararak toplumu toplum yapan değerleri aşındıran, ortak zemini yok eden ve en nihayetinde nihilizme yol açan bir sistem. (Amerika’da uzun sürmüş sivil haklar mücadelesinin o dönem liberalizm olarak anıldığını belirteyim). Amerikan toplumu ona göre içerden çürümekte, özgürlük kisvesi altında kendi sonunu hazırlamaktadır. Amerika’da 1967 yılındaki şiddetli şehir ayaklanmaları da bunun bir göstergesi olarak telakki edilir. Yüzyıllarca dışlanan, köleleştirilen insanların başkaldırısı beyaz-muhafazakar çevrelerde tuhaf bir çarpıtmanın ürünü olarak “fazla gelmiş kişisel haklar” olarak görülür; çözülmekte olan bir toplumun göstergesi olarak değerlendirilir.

Bunun üstesinden gelmek için Strauss’un önerdiği yöntem Amerikancı ideolojiye sıkı sıkı sarılmaktır. İnsanları birarada tutan efsanelere, sembollere, ortak bir amaca ve elbette ortak düşmanlara ihtiyaç vardır. İyi ve Kötü arasındaki kadim savaş son derece basit ve hayatın karmaşıklığını teğet geçen bir tema olmakla birlikte, Strauss halkın buna ihtiyacı olduğunu düşünür. Üstelik yöneticilerin bu tarz efsaneleri korumak adına yalan söyleyebileceklerini, kendileri inanmasalar bile toplumun yüce çıkarı için iyi-kötü çevresinde şekillenmiş birlik duygusunu korumakla yükümlü olduklarını ileri sürer.

İlginçtir, kendisinin çok sevdiği bir televizyon programı da bu fikirlerine örnek teşkil edecek mahiyettedir. Bir kovboy güzellemesi olan “Gunsmoke” isimli dizide beyaz şapkalı, iyiliği temsil eden Amerikan kovboyu kötüleri öldürerek huzuru korumaktadır. Strauss bu dizinin Amerikan değerlerini en iyi şekilde yansıttığını ve iyi kovboyun yüklendiği sorumluluğun Amerika’nın üstlendiği sorumluluğu temsil ettiğini söyler.

Strauss’un öğrencileri arasında bugün tanıdığımız bazı meşhur isimler de vardır: Paul Wolfowitz, Francis Fukuyama gibi… Sorun olarak tespit ettikleri ahlaki yozlaşmaya buldukları panzehir herkesi birleştirecek ortak bir düşman yaratmaktır. Buldukları düşman da o zamanın şartları içinde elbette Sovyetler Birliği’dir.

Ancak 1970’li yılların başında Nixon Hükümeti’nin dışişleri bakanı Henry Kissinger, Sovyetler Birliği ile işbirliği siyaseti gütmektedir. Yeni-muhafazakarların iyiyle kötünün kadim savaşı şeklinde ortaya attıkları yaklaşıma pragmatist bir çerçeveden bakarak uzak durur. 1972’de Amerika ve Sovyetler Birliği Kissinger’ın girişimleriyle nükleer silahların sayısının azaltılması konusunda karşılıklı olarak mutabakata varırlar. Nixon hemen akabinde halka yaptığı konuşmada artık Amerikalılar’ın korkmaması gerektiğini, korkuya dayanan siyasi iklimin sona ermekte olduğunu söyler. Vietnam Savaşı’na karşı yükselen seslerin ve 1968 hareketinin bunda etkisi büyüktür.

Ancak Vietnam’daki hezimetin ve Watergate skandalıyla Nixon’un siyasi hayatının sona ermesinin ardından Yeni-muhafazakarlar yeniden harekete geçerler. Siyasi çevrelerden bugün de tanıdığımız iki önemli müttefik bulurlar: Dönemin savunma bakanı Donald Henry Rumsfeld ve prestijli bir konumdaki Beyaz Saray Personel Müdürü Richard Bruce “Dick” Cheney.

Komisyonun başına kendini “Sovyet zihin dünyasını deşifre edebilen bir uzman” olarak lanse eden Richard Pipes getirilir. Pipes, Amerikan siyasetini şekillendiren son derece önemli görevlerde bulunmuş, uzun yıllar Harvard Üniversitesi’nde ders vermiş bir profesör. Polonya’da doğmuş, ailesiyle beraber 1939 yılında Amerika’ya kaçmak zorunda kalmış. Yazılarında 1917 Devrimi’nin bir halk ayaklanması değil halka karşı kurulmuş bir despot rejim olduğu tezini işliyor. Hem Lenin’i hem Soljenitsin’i çeşitli vesilelerle Yahudi düşmanı olmakla suçluyor. (Ufak not: Richard Pipes’ın oğlu Daniel Pipes da Soğuk Savaş’ın ardından kendini başka bir “zihin dünyasını” deşifre etmeye vakfediyor. Kurucusu olduğu muhafazakar “Ortadoğu Forumu” isimli think-tank’in kuruluş bildirgesinde amacın “Amerikan çıkarlarını Ortadoğu’da korumak ve Ortadoğu’dan gelecek tehditlere karşı anayasal düzeni savunmak” olduğu söyleniyor).Rumsfeld o dönem etkili bir lobi faaliyetine girişir. Aslında Sovyetler’in Amerika’yı işgal etmek için her an tetikte beklediğini, durmaksızın silah ürettiğini ve Amerika’nın en büyük düşmanı olduğunu iddia eder. Amerikan Başkanı Ford’u ikna ederek CIA’den ayrı bir araştırma komisyonun kurulmasına önayak olur. Komisyonun amacı Sovyet tehdidini belgelemek, Beyaz Saray’ı önlemler alması için ikna etmektir.

Komisyonun diğer üyeleri arasında bugün iyi bildiğimiz Paul Wolfowitz gibi isimler de var. Wolfowitz, Bush Hükümeti’nde (2001-2005) savunma bakanı Rumsfeld’in yardımcılığını yapmış. Kendisi, Irak’taki sözde kitle imha silahları bahane edilerek gerçekleştirilen işgalin mimarlarından. Diğer pek çok Amerikan eliti gibi özgeçmişinde saygın bir Amerikan Üniversite’sinde (John Hopkins’te) ders vermişlik var.  Ardından Dünya Banka’sının başında icraatlerine devam etmiş. CIA başkanlığı için bir süre ismi düşünülmüş.

İşte bu komisyon, o yıllarda CIA yetkililerinin “Sovyetler dağılmakta olan bir rejim” saptamasına karşı çıkarak Amerika’nın aslında büyük bir tehdit altında olduğu tezini işliyor. Bu uğurda belgeleri çarpıtmaktan, çeşitli yalanlar üretmekten geri durmuyorlar. Dönemin CIA Sovyet Daire Başkanı Melvin Goodman, Rumsfeld ve Wolfowitz’in başını çektiği grubun hazırladığı raporların tamamen hayal ürünü olduğunu söylüyor. Hazırladıkları raporda radara lazer silahı diyorlar, akustik savunma sistemi olmayan Sovyet denizaltılarının mutlaka daha karmaşık bir savunması olduğunu, her an Amerika’yı vurabileceklerini iddia ediyorlar, Sovyet havacılık elkitaplarına dayanarak Sovyet askeri gücünün mükemmel seviyede olduğunu “kanıtlıyorlar”, gene askeri broşürlerdeki “Savaş Sanatı” gibi sözleri İngilizce’ye kasıtlı olarak “İstila Sanatı” olarak çeviriyorlar. Kısaca Sovyetler’in büyük bir tehdit olduğunu kanıtlamak için ellerinden geleni yapıyorlar.

CIA’in tüm itirazlarına rağmen bu komisyonun hazırladığı rapor lobi faaliyetlerinde kullanılıyor. “Amerika’nın Önündeki Tehditler Komisyonu” adı altında CIA’yi atıllıkla ve düşmanın şeytani gücünü küçümsemekle suçluyorlar. Üstelik çevrelerine o dönemin önemli isimlerini toplamayı başarıyorlar; bunlardan belki en önemlisi sonradan Amerikan başkanı olacak Ronald Reagan.

1981 seçimlerinin kampanyası sırasında Yeni-muhafazakar hareket o döneme kadar siyasetin dışında kalmış, oy kullanmayı bile dinsizlik olarak addeden radikal-hıristiyan grupları çevresinde toplamayı başarıyor. Seçim kampanyasında sık sık Sovyetler’in Amerika’yı yok etmeye programlanmış bir “şer odağı” olduğu vurgusu yapılıyor. Amerikan değerlerini, Amerikan demokrasisini, Amerikan özgürlüğünü korumak için bu şer odağının kafasının bir an evvel ezilmesi gerektiği mesajı veriliyor.

Reagan’ın seçimlerden zaferle çıkmasıyla beraber Yeni-muhafazakar kanadın yükselen isimleri önemli görevler üstleniyorlar. “Sovyet uzmanı” Richard Pipes, Reagan’ın başdanışmanı, gene aynı komisyondan Paul Wolfowitz ise Dışişleri Bakanlığı Siyaset Müsteşarı oluyor ( Head of State Department Policy Staff).

İktidardayken gene tehdit ve düşman çevresinde siyaset üretmeye devam ediyorlar. Dünyadaki bütün “terör” örgütlerinin, Üçüncü Dünya bağımsızlık hareketlerinin, ve hatta şehir isyanlarının arkasında Sovyetler’in olduğunu, bu anlamda Sovyetler Birliği’nin kolu her tarafa uzanabilen ve hemen her taşın altından çıkan bir canavar olduğunu iddia ediyorlar. İşin tuhaf tarafı bu konuyla ilgili sundukları belgelerin bizzat CIA Sovyet Dairesi Başkanı Goodman tarafından yalanlanması. “The Terror Network” isimli bir kitaba dayandırılarak oluşturan korku hikayelerine istinaden şöyle diyor Goodman:

“Kitabı gözden geçirdiğimizde, kitaptaki bazı bölümlerin bizim Sovyetler’e kara çalmak için Avrupa gazetelerinde yayımlattığımız uydurma haberlerden oluştuğunu fark ettik. Kitaptaki pekçok bölüm uydurmaydı.”( Wikipedia, “The Terror Network” başlığı altında.)

İroniye bakın: Uyduran CIA, ardından kendi uydurduklarına gem vurmaya çalışan gene CIA. Yalanlar bir süre gerçek haline geliyor. Bu uydurma bilgilere dayalı belgeler  Amerika’nın dış siyasetini belirlemede etkili oluyor. Bunun sonucunda 1983 yılında Reagan, Amerika’nın sınır ötesinde gizli operasyonlar düzenlemesine müsaade eden yasayı onayladığında kirli operasyonlar ve korku siyaseti yasallık kazanıyor.

Eskiden Amerika’da korku siyaseti yok idi; ne olduysa bu Yeni-muhafazakarlık yüzünden oldu sonucu çıkmasın bu yazıdan. Düşmandan daha azılı düşman yaratan, düşmandan daha beter düşmana dönüşen iktidarların uzun bir tarihi var. İktidar olmak ve korkutmak çoğu zaman elele gitmiş. Amerika’nın 15 senelik bir zaman dilimine bakmak bile bu işin ne kadar çirkin şekillerde yürüdüğünü göstermesi açısından önemli.

Türkiye’de de bunlara benzer hikayeler çıkıyor. 23 Eylül 2010 Ajans Haber Türk muhabiri Tülay Şubat’ın yaptığı haberden alıntılıyorum:

İSTANBUL’da gayrimüslimleri hedef alan 6-7 Eylül Olayları ve 8. Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın suikastına karıştığı iddialarıyla gündeme gelen eski Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri Emekli Orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu, Özel Harp Dairesi’ni HABERTÜRK’e anlatırken tarihi bir sırrı ağzından kaçırdı: “Halkın mukavemetini artırmak için düşman yapmış gibi Kıbrıs’ta bir cami yaktık.”

Yirmibeşoğlu şöyle konuştu: “Gazeteci bana ‘Bu olay neden yapıldı?’ diye sorunca ona akademik düzeyde konuştum. Şunun için yapılır dedim; ‘eğer bir yerde halkın galeyana gelmesini bir mukavemet hareketini göstermesini arzu ederseniz sizin saygın değerlerinize düşmanın, karşı tarafın bir şey yaptığını, küçültücü hareket yaptığını gösterirseniz, halkı galeyana getirirsiniz. Özel Harp’te bir kural vardır; halkın mukavemetini artırmak için düşman yapmış gibi bazı değerlere sabotaj yapılır. Bir cami yakılır. Kıbrıs’ta cami yaktık biz. Cami yakılır mesela.”

KIBRIS’ta 1955-58 yılları arasında 16, 1963-74 arasında ise 100’den fazla cami, mescit ve türbe Rumlar tarafından tahrip edildi. Baf’taki Cami-i Cedit 1964’te yakılarak yerle bir edildi. Lefkoşa‘daki Ömeriye ve Bayraktar camileri de defalarca bombalandı.

Benzer bir itiraf da emekli Korgeneral Altay Tokat’tan gelmişti. Tokat, 2006 yılında verdiği bir röportajda, Güneydoğu’da görev yaptığı yıllarda, bölgeye yeni gelen memur ve hâkimlerin “işlerini ciddiye alıp hizaya girmeleri” için evlerinin yakınına birkaç bomba attırdığını itiraf etmişti.

Anafikir şu: Düşman diye bellediklerimize düşman demeden evvel bir duralım; çünkü çoğu zaman düşman dediklerimiz aslında yalanlara, çarpıtmalara, propagandaya dayanıyor. Düşman hikayeleri etrafında savaşı, ölümü, kanı kutsayan; içeride-dışarıda sürek avları başlatan, paranoyak bir ruh hali içinde yaşayan bir toplum yaratılıyor. Hayatın karmaşası iyiler-kötüler, biz-onlar, kahramanlar-hainler şeklindeki ayrımlarla yok ediliyor, çocuk masalından daha öte bir kurgusu olmayan kamplaşmalar zuhur ediyor. Kimi durumlarda insanlar hayatlarında hiç karşılaşmadıkları insanları öldürmeye koşullanıyor. Hatta bunun kahramanlık olduğu öğütleniyor.

Eski, çok eski bir Amerikan Başkanı’nın, James Madison’un (1751-1836) dediğini hatırlamakta fayda var.

“Eğer bu ülkeye tiranlık ve baskı gelirse, bu dış bir düşmanla savaşmamız lazım diyerek kendini gizleyecektir.”

Ben bir adım daha atıyorum ve düşmansız bir hayat isteyenlere sesleniyorum: Devlet düşman yaratma makinesidir.

Sezai Ozan Zeybek

Dünyalılar

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu