Fikret Başkaya: Paradigma iflas etti diyoruz, ölüm saatini soruyorlar
Özlem Akarsu Çelik ‘in Fikret Başkaya ile Gazete Duvar için yaptığı oldukça ufuk açıcı söyleşi…
Fikret Başkaya ile söyleşi için sözleştiğimizde gülerek “Paradigmanın İflası 2’yi(!) konuşuruz” demişti, öyle de oldu. Siyasi iktidarın artık yönetemediğini, kapitalizmin duvara dayandığını, çöküşün kaçınılmaz olduğunu söyleyen Başkaya, “Paradigma iflas etti deyince sanılıyor ki yarın saat 14.00’te ölümü açıklanacak. Bir sosyal sistem söz konusu olduğunda çöküş, bir eğilim, bir süreç şeklinde tezahür eder. Anlık bir durum değildir” diyor.
OHAL’in dipsiz kuyu olduğunu gösteren bir olay yaşadık 27 Kasım 2017 sabahı. 77 yaşındaki sosyalist yazar Fikret Başkaya evinden gözaltına alındı. Aynı gün serbest bırakıldı ama gözaltına alınmasına gerekçe gösterilen yazısı nedeniyle hakkında başlatılan soruşturma sürüyor. Fikret Başkaya, yazıları ve kitapları nedeniyle iki kez tutuklanmış, Ulucanlar, Haymana ve Kalecik cezaevlerinde mahpus yatmış, sayısız kez hakkında soruşturma, dava açılmış, yargılanmış ve bildiğini söylemekten asla geri durmamış bir aydın. Cezaevi günlerini sorduğumuzda “Ulucanlara girdiğimde amfideyim ve birazdan ders anlatacağım gibi hissettim. Hepsi bana hocam diye hitap ediyor ve yazılarımdan bahsediyordu” derken mutlu anılar yüzüne yansıyor. DEP Milletvekilleriyle aynı tarihlerde Ulucanlar’da olduğunu da anlatıyor gülümseyerek.
Sıkça dile getirdiği, dile getirmek zorunda bırakıldığı, bir sözü var Hocanın, “Bir kitap yazıyorsunuz ve bu kitap terörist eylem olarak nitelendiriliyor. Yazı yazıyorsunuz hakkınızda dava açılıyor. Oysa benim kitap yazmam, fırıncının ekmek pişirmesi kadar doğal bir şey.” Sizler neredeydiniz bilmem ama Hoca 1994’te cezaevine girdiğinde, o tarihte öğretim üyesi olarak çalıştığı Abant İzzet Baysal Üniversitesi ile ilişiği kesildiğinde ben Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde öğrenciydim ve Hoca’nın 1991’de yazdığı Paradigmanın İflası-Resmi İdeolojinin Eleştirisine Giriş‘ten öğrendiklerimi hayata geçirmekle meşguldüm(!)
26 yıl sonra sabahın 06.30’unda Fikret Başkaya’nın gözaltına alındığını, polisin evden götürdüğü kitaplardan birinin de Paradigmanın İflası olduğunu duyduğumdaysa aklımdan ilk geçen “Yeni Türkiye’ymiş! Basbayağı eski Türkiye!” cümleleri oldu. Fikret Başkaya ile söyleşi için sözleştiğimizde gülerek “Paradigmanın İflası 2”yi(!) konuşuruz demişti, öyle de oldu.
Siyasi iktidarın artık yönetemediğini, kapitalizmin duvara dayandığını, çöküşün kaçınılmaz olduğunu söyleyen Başkaya, “Paradigma iflas etti deyince sanılıyor ki yarın saat 14.00’te ölümü açıklanacak. Bir sosyal sistem söz konusu olduğunda çöküş, bir eğilim, bir süreç şeklinde tezahür eder. Anlık bir durum değildir. Roma İmparatorluğu’nun çöküş süreci, söylemek istediğime iyi bir örnektir. Son tahlilde şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: çöküş kaçınılmaz! Eğer çöküş kaçınılmaz ise karşımızda sadece iki seçenek var demektir: 1) Çöküşün altında kalmak 2) Radikal bir devrimle çöküşü lehe döndürmek. Ve bu ikisi arasında bir üçüncü yol, bir üçüncü seçenek yok!” diyor.
‘2018, BASKININ, ŞİDDETİN TIRMANDIRILACAĞI BİR YIL OLABİLİR’
Hocam 2017 nasıl bir yıldı? 2018’e dair öngörüleriniz neler?
Bütün alanlarda son derece sorunlu ve sıkıntılı bir yıl oldu. Ekonomik, politik, entelektüel, sanat ve diğer alanlarda müthiş bir geriye gidiş yılı oldu. 2018’in nasıl olacağını apriori olarak söylemek mümkün değil fakat baskının, şiddetin ve terörün daha da tırmandırılacağı dolayısıyla muhalefetin daha etkili bir pozisyon alması gereken bir yıl olabilir.
Defalarca yargılandınız. Sizin ifadenizle bir süre uğramadığınız DGM (Devlet Güvenlik Mahkemesi) önündeki polisler sizi gördüklerinde “Hocam hayırdır, bir sorun mu var, nerelerdeydiniz?” diyordu. Paradigmanın İflası ve İmralı süreciyle ilgili bir yazınızdan dolayı iki kez tutuklandınız, Ulucanlar, Haymana ve Kalecik cezaevlerinde toplam 2.5 yıl hapis yattınız. O günlerle bu günleri mukayese eder misiniz?
Belki olaylar çok daha yoğun bir şekilde yaşanıyor, onun dışında fark olduğunu sanmıyorum. Şu anda sistem daha çok sıkışmış durumda. Bütün gösterge ışıkları sarıda ve kırmızıda. Tabii sıkışmışlık ne kadar yoğun ve derinse politik plandaki kriz, baskı, şiddet ve terör de o oranda artıyor. Son derece anlaşılır bir durum aslında.
Son zamanlarda şu sözü çok sık duyuyoruz, “Sadece Türkiye için değil dünya için de en öngörülemez günleri yaşıyoruz”. Erol Anar’ın sizinle www.dunyalilar.org için yaptığı söyleşide “Bu sıradan bir kriz değil bir uygarlık krizidir” diyorsunuz. Kapitalizm bir şekilde sürdürüyor kendisini, bizi de süründürüyor. Ne kadar devam edecek bu kriz hali?
Bütün canlı organizmalar gibi uygarlıklar, üretim tarzları, sosyal sistemler de bir gün çöküyor, ölüyor. Kapitalizmin bir istisna olması gerekmiyor. Kapitalizm de artık yolun sonuna geldi. Bir iflas tablosu, bir sürdürülemezlik durumu var. Dünya eski, bildik dünya değil. Zira sistem, birbirini azdıran bir dizi krizler sarmalına hapsolmuş durumda ama artık mevcut durumu “kriz” kavramıyla ifade etmek uygun değil. Zira “kriz” normal durumdan bir sapmayı ifade eder ama aynı zamanda normale dönüşü de ima eder. Bu demektir ki, kapitalist dünya sisteminin içine sürüklendiği durumu ancak “nihai kriz” veya “çöküş” kelimeleri karşılayabilir. Kritik eşik aşıldığına, “geri dönüşü olmayan çizgi” geçildiğine göre… Ekonomik, finansal, siyasal, politik, ekolojik, jeopolitik, etik kriz söz konusu ama bunlardan birini bozmadan diğerini çözmek mümkün değil. Tam bir ‘sürdürülemezlik tablosu’ ortaya çıkmış bulunuyor. Çöküş kaçınılmaz! Eski kafayla, eski yaklaşımlarla mevcut olanı anlama imkânı yok. Onun için vakitlice tartışmanın zeminini değiştirmek gerekiyor. Eski yöntem ve düşünce tarzları ve örgütlenme modelleri 21’inci yüzyılın ihtiyaçlarına cevap vermiyor. Eğer zemin kayarsa üzerindeki her şeyle birlikte kayar. Velhasıl, 19’uncu ve 20’inci yüzyıl kafasıyla 21’inci yüzyılın sorunlarını çözme imkânı ortadan kalkmış bulunuyor.
‘SENDİKALAR DÜZENİ YENİDEN ÜRETEN KURUMLARDIR’
Siz 19 ve 20’nci yüzyılın yöntemleri deyince aklıma bugünkü sendikalara dair eleştirileriniz geldi. Birkaç sendika dışında Türkiye’deki sendikaların, devletin ve sermayenin örgütleri olduğunu söylüyorsunuz.
Sendikalarla ilgili bir takım kabuller ve yanlış anlamalar var, bunlardan kurtulmak lazım. Belirli tarihsel dönemler ve konjonktürler hariç aslında bu düzeni yeniden üreten kurumlardır sendikalar. 1800’ün ikinci yarısından sonra işçiler, örgütlenmeye başladığında kapitalizmi aşma perspektifine sahiptiler ama belirli bir eşik aşıldıktan sonra sistem dâhilinde durumlarının iyileşeceğine dair bir kabul ve anlayış yerleşti. Düzen dâhilinde mücadeleyle durumlarını düzeltebilecekleri kuruntusuna kapıldılar. Oysa kapitalizm dâhilinde ‘kalıcı kazanımlar’ mümkün değildir. Nitekim mümkün olmadığı görüldü. Sendikalar genel olarak bürokratik kurumlardır, varlıklarını burjuva düzenin varlığına borçlu olan örgütlerdir. Türkiye’deki birkaç istisna hariç hepsi devlet sendikasıdır. Türkiye’deki komprador rejim üç sacayağı üzerinde durur: Diyanet, Genelkurmay ve TÜRK-İŞ… Bırakın devrimci perspektifi, mesela sendikalar kendi varlık nedenleriyle uyumlu olsalardı, bu son asgari ücreti asla kabul etmezlerdi. Bin 603 liraya razı oldular. Sendikaların sendika olmadığının kanıtıdır bu.
Başbakan Yardımcısı Hakan Çavuşoğlu 2002 yılında 184 lira olan asgari ücretin bugün 1.603 liraya çıktığını belirterek, “O zaman asgari ücretle çalışan bir kişi 90 maaşıyla 1.4 motor gücüne sahip bir sıfır araç alabilirken şimdi 42 maaşıyla sıfır bir araç alabiliyor” dedi. Ne demek bu?
Rakamları ve istatistikleri istediğin gibi maniple edebilirsin, istediğin yalanı söyletebilirsin. Bir sosyal sistemin başarısı öyle ölçülmez. Ölçü, toplumun bugün karşı karşıya olduğu sorunları çözebilme yeteneğidir. “Ekonomik büyüme” burjuva toplumunun afyonudur, asla çoğunluğun refahı anlamına gelmez. Neyin büyüdüğü, nasıl büyüdüğü ve ne pahasına büyüdüğüdür önemli olan. Yüksek oranlı bir ekonomik büyüme oranı gerçekleşebilir ama bu, toplumun büyük çoğunluğunun yoksullaşmaya devam etmesine engel değildir.
25 yıl önceki asgari ücretle ne aldığını bırak da bugünkü asgari ücretle ne aldığına bak! Kapitalizmin yıkıcı karakteri hiçbir zaman sorun edilmiyor. Tam tersine ekseri yıkım bir başarı olarak sunuluyor. Asgari ücretin belirlendiği masada işçiler yok. Hiç bir zaman da olmadı. Devletin sendikası TÜRK-İŞ, kapitalistler ve bir de kapitalistlerin devleti var. Bakan ‘bir asgari ücretle 15 yıl önce ne alınıyordu, bugün ne alınıyor’u bıraksın, önce, kendisinin kaç asgari ücret aldığını söylesin. Tabii TÜRK-İŞ’in Başkanı da ayda kaç asgari ücret aldığını açıklamalı. Sendika bürokrasinin ‘yüksekleri’ oligarşiye dâhildir. Yani karşı taraftadırlar. Dolayısıyla neden söz ettiğini bilmek önemlidir. Bu büyüme GSMH (Gayrisafi Milli Hasıla) artışı saplantıya dönüşmüş, çok önemsiyorlar zira belirli oranda büyüme olmadan borçları çevirmek, yeniden borçlanmak zorlaşır. Büyüme yoksa para da yok derler borç veren “hayırsever finansörler”.
‘KİŞİ BAŞINA DÜŞMEYEN MİLLİ GELİR’
Özellikle AK Parti iktidarında rakamlarla oynanarak nasıl sonuçlar elde edildiğine pek çok kereler şahit olduk. Örneğin kadının istihdama katılım oranı giderek azalırken artıyor görünüyor; çünkü sosyal devletin yükümlülüğü olan hasta, yaşlı bakımı gibi hizmetler kadına yüklenmiş durumda ve evinde hasta bakan kadına bir miktar para ödenerek bu kadın istihdam içi gösteriliyor. Çalışıyor ama sigortası yok. O zaman nasıl istihdam içi?
İstatistikler ve rakamlar tamamen egemenlik için araçlaştırılıyor, bunların reel bir karşılığı olması gerekmiyor. Kişi başına düşen milli geliri ben, “kişi başına düşmeyen milli gelir” diye yazarım her zaman. Düşmez çünkü. Bir ülke düşün ki, toplum zenginliğinin yüzde 96’sına nüfusun yüzde 2’si el koyuyor. Durum öyleyken oradaki aritmetik ortalamanın bir anlamı olmak şurada dursun, bu insanlarla alay etmektir. Velhasıl rakamlar ve istatistikler ahmakları aldatmaya yarıyor.
Burjuva iktisadı bilimle ilgili değildir, burjuva egemenliğini meşrulaştırmak üzere peydahlanmış “katıksız bir ideoloji”dir. Bilimle de bu dünyanın gerçekliğiyle de bir ilgisi yoktur. Üniversitelerde okutulan iktisat, kapitalist egemenliği meşrulaştırmanın ve dayatmanın aracıdır. Bilimle bir ilgisi yoktur ama burjuva iktisat profesörleri burunlarından kıl aldırmazlar. Aslında bu sefil durumun teşhir edilmesi gerekiyor. Zaten Karl Marx’ın devasa eseri de sadece burjuva ekonomi politiğinin değil, esas itibariyle burjuva ideolojisinin eleştirisidir.
İnsanlığın ve uygarlığın geldiği aşamada radikal eleştirel düşünce hiçbir zaman olmadığı kadar önemli. Hakikaten çok kritik bir durum, bir sürdürülemezlik tablosu var. O zaman tartışmanın zeminini değiştireceksin, radikal düşünceye hak ettiği yeri vereceksin. İki türlü düşünce var: objektif -radikal düşünce ve sübjektif- patolojik düşünce. Objektif-radikal düşünce seni şeylerin kaynağına götürür çünkü radikal olmak demek sorunları kökeninde ele almaktır. Sübjektif- patolojik düşünce ise sorunun etrafında dolanmaya yarar, realitenin anlaşılmamasının hizmetindedir. Maalesef patolojik düşüncenin egemenliği, şeylerin gerçeğine nüfuz etmemizi zorlaştırıyor.
‘ÜNİVERSİTELER EGEMENLİK ÜRETEN KURUMLARDIR. GERİCİLİK YUVALARIDIR’
Siz Paradigmanın İflası kitabınız nedeniyle tutuklandığınızda Abant İzzet Baysal Üniversitesi’nde öğretim üyesiydiniz. Tutuklanınca üniversitedeki görevinize son verildi. 1991 yılında yazdığınız o kitapta da üniversiteleri eleştiriyordunuz, bugün de eleştiriyorsunuz. Üniversitelere niçin “gericilik yuvası” diyorsunuz?
Şimdilerde kapısında üniversite yazan kurumlar, önceki dönemdeki medreselerin kapitalizm çağındaki versiyonlarıdır. “Ölü bilgilerin” depolandığı, pazarlandığı yerlerdir. Özetle egemenlik üreten kurumlardır. Gericilik yuvalarıdır. Tabii gericilikten ne anladığın da önemlidir ve asıl gericilik siyasi mahiyette olandır. Üniversitelerin misyonu ve varlık nedeni, sömürü düzenini meşrulaştırmak ve yeniden üretmektir. Kaldı ki, özelleştirmeler furyasından sonra üniversiteler daha çok bilgi ve diploma ticareti yapılan bir kapitalist işletmelere benzedi. Müfredatlarına bak ne demek istediğimi anlarsın. Sermaye daha çok kâr etsin diye bir bilim olabilir mi? Sömürü nasıl “gizlenir ve dayatılır” diye bir bilim olur mu? Dolayısıyla bu kurumların teşhir edilmesi gerekiyor.
Üstelik üniversiteye dair bir dizi tevatür de üretilmiştir. İşte, “üniversiteler her türlü düşüncenin özgürce tartışıldığı, evrensel bilginin ve bilimin üretildiği, her zaman toplumun bir kaç adım önünde olan yerlerdir”… Bunların hiç bir doğru değildir. Üniversiteler aslında özgür düşüncenin boğulduğu kurumlardır. Tarih boyunca bu hep böyleydi. Elbette bilimsel bilginin ve eğitimin niteliğinden ötürü her dönemde istisnalar oldu ve iyi ki de oldu ama “istisnalar kuralı doğrulamak içindir” denmiştir. Az da olsa bilim namusuna, entelektüel dürüstlüğe sahip üniversite üyeleri vardır ama bunlar belirli aralıklarla ve konjonktüre göre tasfiye edilir. “Çürük elmalar” ayıklanır. Türkiye’de söylediğimin sayısız örnekleri var.
Yine Paradigmanın İflası’nda diyorsunuz ki, “Entelektüelin ayırt edici niteliği, onun siyasal iktidardan ve siyasal iktidarın gerisindeki egemen sınıflardan bağımsızlığı, siyasal iktidar karşısında eleştirel bir tavır içinde olmasıdır. Bu niteliklerinden ötürü entelektüel, siyasal iktidarla da iyi geçinemeyen biridir. Burada önemli olan zihinsel ve moral (ahlaki) bir eğilimdir. Ve bu eğilime uygun davranabilme, tavır alabilme yeteneğidir.” Barış İmzacısı Akademisyenler bu tanıma uyuyor mu?
Genel bir çerçevede uyduğunu söyleyebiliriz. Barış Akademisyenlerinin çıkışıyla ortaya çıkan manzara, üniversitenin ne olduğu ve ne olmadığıyla ilgili soruya gayet açık cevap aslında.
Dünyada en itibarlı üniversite hangisidir? Harvard akla geliyor değil mi? Bidayette Harvard bir şirket gibi kurulmuştur. Sadece Amerikan oligarşisinin değil küresel oligarşinin de insanlarının yetiştirildiği yer olduğu için itibarı çok yüksektir. Dikkat edersen dünyanın her yerinde Harvard ve benzerlerinin rahle-i tedrisinden geçmiş kişiler devletin kilit noktalarına yerleştirilmiştir. Bütün az gelişmiş ülkelerde belirli kesimin çocukları orada “yetişir!” Yıllar önce Le Monde Diplomatique’ten bir makale çevirmiştim. Harvard Tıp Fakültesi’nde 164 profesörün maaşını çok uluslu bir ilaç şirketi ödüyordu. Bu sayın akademisyenler insanlığın hangi sorunuyla ilgileniyorlar acaba? Harvard, borsada oynayan ve büyük oynayan bir üniversite. Muazzam bir finansal güce sahip. Niçin bu kadar prestijli çünkü küresel eliti yetiştiriyor ve bu sömürü düzeninin devamlılığını sağlamak bakımından çok işlevsel bir kurum. Elbette orada da istisnalar yok değildir ama sonuçta istisna olmak kaydıyla.
‘DEVLETİ, PARAYI, MÜLKİYETİ BU DÜNYADAN KOVACAKSIN!’
Son iki buçuk yıldır Türkiye’de yaşananların bu kadar ürkütücü görünmesi aslında sadece devletin çıplak yüzüyle karşı karşıya kalmamızın sonucu değil mi? Karşımızdaki devletin ta kendisi!
Ekonominin ne olduğu ekonomik kriz dönemlerinde, politikanın ne olduğu da politik kriz dönemlerinde açığa çıkar. Ve ekonomik krizle politik kriz arasında Çin duvarı yoktur. “Normal durumlarda” kendini gizlemeyi başarır. Devlete dair uydurulmuş efsanelerin bir karşılığı yoktur. Mülk sahibi sınıfın elinde bir egemenlik aracı olup, kitleyi ehlileştirme işlevi gören bir kurum, bir şiddet ve terör örgütüdür devlet. Terörün ne olduğuna, kimin terörist olduğuna da kendileri karar verdiği için durum karmaşıklaşıyor! Onun için devleti, parayı ve mülkiyeti hedefine koymayan hiçbir muhalefet radikal muhalefet sayılamaz. Bu üçü kritiktir. Devleti, parayı ve mülkiyeti bu dünyadan kovacaksın! Ancak o zaman uygarlıktan, insanlıktan, barıştan, kardeşlikten, refahtan, demokrasiden bahsedilebilir.
Rejimin niteliğini tartışacaksın ve bunu da ikircikli olmayan bir tarzda yapacaksın. Bu nasıl bir rejimdir? Farklı düşüneni hain, muhalifi düşman olarak gören bir rejimdir bu. Sabahattin Ali’den Hrant Dink’e, öncesinde de sonrasında da, en değerli yazarlarını, şairlerini, bilim insanlarını, gazetecilerini, velhasıl soru sorma yeteneği olanları gözünü kırpmadan katleden bir rejimdir bu. Ya da “demokratik, laik, sosyal hukuk devleti” denilen böyle bir şey! Osmanlı’da devlet kutsaldı, Cumhuriyet onun doğrudan devamı olduğuna göre orada da devlet kutsal olmaya devam etti. Devlet kutsal olduğundaysa gerisi teferruattır. En değerli yazarını, şairini, bilim insanını, muhalifi katletmekte, hapsetmekte, aç bırakmakta bir beis görmez.
Kasım ayında gözaltına alınmanızın gerekçesi, “Asıl terör devlet terörüdür” başlıklı yazınızdı değil mi?
Evet. Doğru söze ne demek gerekirdi!
Son iki buçuk yılda çok travmatik olaylar yaşadık. Siyaseti elitlerin işi olarak gören sağ cenahtan bu sözü duymak normal de kendini solda tanımlayan insanlardan da“Haberleri izlemiyorum, ne yaşandığını öğrenmek istemiyorum çünkü moralim bozuluyor” diyenlerin sayısı her geçen gün artıyor. Olup bitenleri görmeyerek kendini korumaya çalışanlara ne dersiniz?
Politika bir takım profesyonellerin işi olduğu sürece bir kere orada demokrasiden bahsedilemez. Yani politika yapma işinin profesyonel politikacıların işi olması demek, toplumun geri kalanını politikanın dışına atmak demektir. Hâlbuki bizim Türkçeye Fransızca “citoyen” sözcüğünden geçmiş olan “yurttaş”, “sitenin sorunlarıyla ilgilenen” anlamındadır. Site, devlettir. Yani yurttaş, politikayla ilgili olandır. Sen ondan vazgeçersen kamusal olana, politik olana müdahaleden feragat etmiş oluyorsun. O durumda da artık demokrasiden bahsetmek abestir. “Ben politikayla ilgilenmiyorum” demenin bir karşılığı yok. O zaman başkaları senin yerine ilgilenir ve ilgileniyor. Bu yaklaşım, sorunu görmezden gelmek, ondan kaçmak demek ama kaçmakla sorun cephesinde bir şey değişmiyor ki.
Dünyada uzun zamandır geçerli olan ve temsili demokrasi diye bilinen burjuva demokrasisi, gerçek demokrasinin önünü kesmek için peydahlandı. Temsili demokrasi, seçim ve temsil mistifikasyonundan (yanılsamasından) ibarettir. Demokrasi ağızlardan hiç düşmez ama dünyanın hiçbir yerinde demokrasi yok, sadece adı var.
‘DİNCİ KİTLEDE KÖLE BİLİNCİNİN BU KADAR DERİN OLDUĞUNU TAHMİN ETMİYORDUM’
Geldiğimiz noktada Türkiye toplumuna dair sizi en çok şaşırtan nedir?
Dinci kitlede köle bilincinin bu kadar derin olduğunu tahmin etmiyordum. Bilinç düzeyinde çok rahatsız edici bir manzara var. Saçma gelen bir sürü şey var. Örneğin medyanın durumu, Meclis’in durumu. Gerçi TBMM oldum olası gerici bir kurumdur ama seviye hiç bu kadar düşük olmamıştı. Şimdilerde zaten parlamento diye bir şey yok. Çoktan by-pass edilmiş durumda. Sistem tıkandıkça çürüme, daha doğrusu etik yozlaşma derinleşiyor. Şiddet, toplum yaşamının tüm veçhelerini girdabına almış bulunuyor.
‘EKSİK OLAN, RADİKAL ELEŞTİRİDİR’
Toplum korkuyla rehin alındı. Bu suskunluk hali onun eseri mi?
Korkunun ecele faydası olmadığı malumdur. Saldırının olduğu yerde direniş ve karşı saldırı kaçınılmazdır. Belirli bir eşik aşıldığında dengeler değişir. Şu andaki duruma bakarak bu hep böyle gider gibi bir sonuç çıkarmak yanlış. Pekâlâ bu sürece müdahale edilebilir ve edilmesi gerekiyor. Şu anda sadece Türkiye değil dünya ölçeğinde eksik olan radikal eleştiridir. Tabii geride kalan yaklaşık 40 yılda, ezilen ve sömürülen sınıfların durumunu angaje eden iki şey oldu. Neoliberalizmin dayatılması emekçi sınıfları bulundukları mevzinin gerisine püskürttü. Sovyet sisteminin de çökmesi ve bu ikisinin kesişme noktasında bir demoralizasyon ve ütopya zaafı oluştu. Bütün mesele bununla ilgili. Ütopya zaafı varsa, umut yoktur. Umudu büyütmenin yolu da radikal eleştiriyi olması gereken zemine çekmek ve o radikal eleştirinin gerektirdiği eylemliliği ortaya koyabilmekten geçer. Bundan sonraki dönemde ezilen ve sömürülen sınıfların, “yeryüzünün lânetlilerinin” mücadelesinin başarısı eleştiri/örgütlenebilme cephesindeki performanslarına bağlı olacak.
‘KÜRTLERİN BU KADAR ZULME UĞRAMASI BİRAZ DA KÜRT POLİTİK ÖNDERLERİN BASİRETSİZLİĞİYLE İLGİLİ’
Hocam, gözaltından çıktıktan sonra Mezopotamya Ajans’a yaptığınız açıklamada polisin “Asıl terör, devlet terörüdür” yazınızda Kürtlerle ilgili bölümlerin altını çizdiğine dikkat çekmiş ve “Bunların asıl gocunduğu Kürt sorunu” demiştiniz. Çok uzak değil, 2013 Newrozunda resmen başlamış olan “barış süreci” pek çok kişiyi ikna etmişti. Ancak 2015’te bitti ve bugünlere geldik. Siz başlangıçta o sürece güvenmiş miydiniz?
En baştan oradan bir şey çıkmayacağını, bunun bir senaryo olduğunu yazdım çünkü kullanılan araçlarla gidilecek hedef arasında bir ilişki yoktu. Barış sürecinin tezahür ediş tarzı baştan itibaren sakattı. O iş öyle olmazdı. Dolayısıyla bir manipülasyon aracı olarak, oy için, iktidar kendini bir süre daha yeniden üretmek için öyle bir yola girdi.
Kürtleri, Müslümanlık zeminine çekerek caydırmak gibi bir niyetleri olduğu kesindi. Hâlbuki oradan bir şey çıkmayacağı görüldü. Asıl söylenmesi ve bilinmesi gereken bu rejimin sorun çözme yeteneği de, öyle bir niyeti de yok. Dikkat edin, kitlelerden, halktan gelen hiçbir talebe Cumhuriyet kurulduğundan beri rejim olumlu bir cevap vermemiştir. “Bu yolu açarsak bunun sonu gelmez” diye düşünüyorlar, bildikleri tek şey, baskıyı, şiddeti ve terörü dayatmak… Tabii ideolojik manipülasyon yeteneklerinin de hakkın vermek gerekir. İnsanlar yurttaş olmayınca şeylerin seyri üzerinde etkili de olamıyor. İnsanda yurttaş bilinci olacak ki, kendine ait sözü, iddiası, kendine ait talepleri olacak. “Hayır” deme yeteneği olacak. Yurttaş değil ki, tebaa. Bunun istisnası da var tabii ama global olarak bakarsan tebaa… Geride kalan dönemde Padişahın kulu, Cumhuriyetin vatandaşı olma başarısını gösteremedi. O zaman da yöneticilerin işi kolaylaştı. Köpeksiz köyde değneksiz gezebilir oldular.
Onca yıkım, atanan kayyımlar, hapse atılan Kürt siyasetçiler, HDP’nin tutuklu eş genel başkanları ile milletvekilleri… Barışa dair en ufak bir işaret görünmüyor. Böyle bir ortamda AK Parti’ye Kürt seçmenden oy alacağını düşündürten nedir?
Bundan sonra bana oy lazım değil diye düşünüyor olabilirler. Kürt sorunuyla ilgili derinde problemler var. Kürtlerin bu kadar itilip kakılması, bu kadar zulme uğraması biraz da Kürt politik önderlerin basiretsizliğiyle de ilgili bir mesele. Tamam, sorun müthiş zor. Bir kere seni dört parçaya bölmüş, etrafın düşman çemberiyle sarılmış ve bunun müthiş sonuçları var, herkes sana düşman ama bence burada politik bir basiret zaafının da olduğunun söylemek gerekiyor. Bu kadar zamanda bir konjonktür, bir çıkış yolu üretilebilirdi.
HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş bir yılı aşkın süredir tutuklu ve cezaevinde. Tek gerekçesi bu olmasa da sanki ona bizzat “Seni başkan yaptırmayacağız”ın bedeli ödetiliyor gibi görünüyor. Nasıl değerlendiriyorsunuz bu durumu?
2016 yılı sonunda Selahattin Demirtaş’a bir mektup yazdım. O da bana bir mektup gönderdi. O mektupta tutukluluğunu yorumlamıştım. Aslında Demirtaş’ı rehin olarak tutuyorlar, konjonktüre bağlı, yoksa hukuki bir veçhesi yok. Gerçi hiçbirinin yok. Çok üzücü ama kısa vadede bırakılacağını sanmıyorum maalesef. Bunu söylemek bile zor tabii.
‘PARADİGMA İFLAS ETTİ’
Vesayetle savaşacağız diyerek iktidara gelen bir siyasi anlayışın yıllardır karşı çıkıyor göründüğü resmi ideolojiyi neredeyse bütünüyle savunur duruma gelmesini nasıl yorumlamalıyız? Yaptıkları, rejimin kendi ideolojisi doğrultusunda yeniden inşası mı yoksa gücünü tahkim için mi kullanıyor bu rejimin araçlarını?
Bizde köşeli, bağnaz bir resmi ideoloji var. 1980 darbesinden sonra Türk-İslam Sentezi’yle resmi ideolojiyi yeni durumun ihtiyaçlarıyla uyumlandırdılar. Şimdilerde resmi ideolojiyi yeniden biçimlendirmeye ihtiyaç duyuyorlar ama bu şeylerin seyri üzerinde fazla etkili olmaz. Kafalarında rejimi İslami bir cumhuriyete dönüştürme niyeti var ama öyle bir şeyi başarma şansları yok. Zira bu ülkede her şeye rağmen öyle bir şeye izin vermeyecek, onu püskürtecek bir potansiyel var. Tabii yapılan zorlamalar da hayli zarar veriyor. Çözümü geride arıyorlar, oysa geride çözüm yoktur. Tarihte geri dönüş yoktur. Aksi halde tarih olmazdı. Kırk yaşındaki adama sekiz yaşındaki çocuğun ceketini giydirebilir misin?
Devletin neredeyse tüm kurumlarını çökerttiler ama daha ileriye gitmek için değil daha geriye gitmek için. Böyle bir şey bu dünyada mümkün değildir. Aslında vesayete karşı değiller. “Vesayet benim vesayetimse mesele yok!” diyorlar. İktidar olmak, bütçeyi, hazineyi ve ülkenin müştereklerini yağmalamak demek. Gerisi ahmakları aldatmaya yarayan safsatalar. Artık toplumu aldatma-oyalama yeteneklerinin aşındığını, yolun sonuna geldiklerini söyleyebiliriz… Sorun çözme yetenekleri yok ama sorunları azdırmada üstlerine yok. Artık yönetemiyorlar! Şimdilik ellerinde iki koz var: parayı ve terörü maniple etmek ama bu ikisiyle olmaz.
Hocam “tanımaktan acizler” dediğiniz dünyada bugün benzerleri hüküm sürüyor. Hindistan’dan Macaristan’a, Rusya’dan Amerika’ya… Son yaşananları hatırlayalım. Rusya ile yakınlaşınca Amerika vize yasağını kaldırdı. Recep Tayyip Erdoğan 5 Ocak günü Fransa Cumhurbaşkanı Macron ile görüşecek. Tanımadıklarını söylediğimiz dünyanın aktörleri de bunlar.
Vize işi filan o tip manipülasyonların toplumun hangi temel sorununu çözme kabiliyeti var? Bunlar işin köpüğü! Hayat aşağıda yaşanıyor, orada bir sürdürülemezlik hali, bir sıkışmışlık var. Kapitalist dünya sistemi, çözdüğünden daha çok sorun üretir bir aşamada bulunuyor. Bütün devletlerin durumu özde farklı değil, sadece aralarında derece farkı var. Nitelik değil nicelik farkı. Global olarak bir sürdürülemezlik durumuyla karşı karşıyayız. Bu aracın artık bu rotada ilerleme şansı yok. Kapitalizm yaptığından daha çok yıkarak yol alıyor ama buna da yol almak denemez. Duvara dayandı. “Paradigma iflas etti” deyince sanılıyor ki yarın saat 14.00’te ölümü açıklanacak. Bir sosyal sistem söz konusu olduğunda çöküş, bir eğilim, bir süreç şeklinde tezahür eder. Anlık bir durum değildir. Roma İmparatorluğu’nun çöküş süreci, söylemek istediğime iyi bir örnektir. Son tahlilde şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Çöküş kaçınılmaz! Eğer çöküş kaçınılmaz ise karşımızda sadece iki seçenek var demektir: 1) Çöküşün altında kalmak 2) Radikal bir devrimle çöküşü lehe döndürmek. Ve bu ikisi arasında bir üçüncü yol, bir üçüncü seçenek yok!
Dünyalılar