Şahit ve sanık koltuğunda biz; Franz Kafka/DAVA
Okurken sık sık isyan ettiren bu kadarı da olmaz dedirten kitap aslında bize bizi anlatmıyor mu? Hepimiz başkalarına sezdirmediğimiz gizli bir davanın ya da davaların sanığı olarak tutukluyuz. Aşk, onur, para, kader, tanrı her ne derseniz deyin özgürlüğümüzü kaybettiğimiz bir tutsaklık bizim ki. Sahip olmayı başardığımız, mevki edindiğimiz, yuva kurduğumuz ama suçlu olmaktan hiç kurtulamadığımız, suçumuzu asla bilemeyeceğimiz, kendimizi savunamayacağımız bir yazgıcılık beslendiğimiz.
Gizliliğin, bir efsanenin konusu olabilecek kadar yitirildiği zamanımızdan çok önce yani gözetlenmenin bir tutsaklık hissi yaşattığı bir dönemde geçer Kafka’nın davası. Mahremiyetin kaybı, bilgiyle beslenen iktidarın daha güçlenmesine neden olur. Mahremiyetin kaybı özgürlüğün kaybıdır. Özgürlüğün kaybı ise her an her hangi bir şekilde tutuklanacağımızın işareti. Josep K’nın bir sabah evine gelen iki kişiyle öğrendiği tutsaklığı, suçunu bilemediği ve asla öğrenemeyeceği bir nedensizlikle başlar ve yaşamını elinden alan bir girdaba dönüşür. Tutsaklığı, mevcut sistemde daha önceki varlığına karşı değildir. Aynı yerde kalmaya devam edebilir, arkadaşlarıyla görüşebilir, işine devam edebilir. Tutsaklığı varoluşuna karşıdır. Bir yazgıya bağlanır yaşamı. Sorgulanamayan yazgı, tüm kutsallık dayatması ile Joseph K’nın üzerine çöker.
Cinsellik, saldırganlık gibi bilinç altı süreçleri insani olan yegane şeylermiş gibi sunulur ve kutsalların dahi içine sızar. Bay K’nın yargılanması ve kendini savunması sürekli cinsel handikaplarla engellenir. Kendini savunmaya dair son umudu satın almaktan geçer. Davası için avukatlardan daha çok yararlı olacağını iddia eden ressam, resimlerini satmadan göndermez Bay K’yı. Yaşadıklarından sonra edindiği yanlış bilinç, Joseph K’yı çaresizce tüketim ilişkilerine tabi olarak kendini savunmaya yöneltir. Tüketmek K için varlığın kanıtı, modern dünya için temel dinamiktir.
Başlarda bağırdığı suçsuzluk, gerçeği anlayamadığı bir sistemde duyulmaz olur. Suçsuzluğuna olan inancı absürt bir bürokrasi karşısında suçun göreceliliğine dönüşür. Yargılanıyorsam suçum vardır kabulünü en az zararla nasıl kurtulabilirim sorusu izler. Suçsuzluktan kopuş büyük yenilgidir ama K’nın asıl direncini kıran şey saçmalık, hem de kendini rasyonel diye yutturan bir bürokrasinin saçmalığıdır. Yasa olanın baskıcı rasyonelliği Bay K’yı suçsuz ama haksız kılmayı başarır. Sürekli yargılanmayı beklemek hayatının gerçek içeriğinin boşalmasına ve yaşıyor gibi yapmasına neden olur. Cezasını bekleyen bir diktatörlük kurbanına dönüşür K.
Bir tuzak içinde cezayı beklemek öyle içselleşir ki infazı bir itaat içinde karşılar.
Herkesin yaşananlara dahil olduğu ama duyarlılığını kaybettiği bir bağışıklık hali yaşanmakta şimdilerde. Şaşırtmayan bir saçmalık modern yaşamın herkesi yoran temel unsuru haline geldi. O kadar zorlar ki iktidar her şeye bir çaresizlik bulaşır. Akıllıca kurulmuş bir hiyerarşiye maruz kalırız. Büyüklük, yücelik hezeyanlarıyla tamamını göremediğimiz bir sistem içinde kendimizi küçük ve çaresiz hissetmemek ne mümkün.
Yazıldığı zamanda bir distopya olarak algılanabilecek kitap, şimdilerde modern yaşayışımızın bir parçası. İnsanı, insana emanet etmekten çok uzak bir bilinçle oluşan kültürel birikimimiz, bizi birbirimizden koruyan güvenlik önlemlerinden başka bir şey sunamıyor. Binlerce kamera ile şekillenen aydınlık bir gelecek mitosu olsa olsa kapitalizmin korku imparatorluğunun görüntüsü. Bir de özcü, karmaşık ve temel ihtiyaç gibi beliren yasaların varlığı… Güdülerimizin kontrolsüzlüğü bir tehdit gibi algılanırken aslında tuzağa düşmüş gibi debeleniyoruz. Bir tasma ihtiyacı evcilleştirilmeye çalışılan bizlere layık görülen.
Peki, bizi hayatta tutan güdüler bu kadar hayata karşı mı? Karanlık yüzümüzü besleyen ve bu yüzümüz suça dönüştüğünde bizi normal anormal diye bölen sistemin hiç mi suçu yok?
Okurken sık sık isyan ettiren bu kadarı da olmaz dedirten kitap aslında bize bizi anlatmıyor mu? Hepimiz başkalarına sezdirmediğimiz gizli bir davanın ya da davaların sanığı olarak tutukluyuz. Aşk, onur, para, kader, tanrı her ne derseniz deyin özgürlüğümüzü kaybettiğimiz bir tutsaklık bizim ki. Sahip olmayı başardığımız, mevki edindiğimiz, yuva kurduğumuz ama suçlu olmaktan hiç kurtulamadığımız, suçumuzu asla bilemeyeceğimiz, kendimizi savunamayacağımız bir yazgıcılık beslendiğimiz. Çünkü kutsallara karşı mahkemeyi kuran biziz. Tıpkı kitapta geçen yıllarca kapıdan içeriye girmeye çalışan ama yaşlanıp da ölmeden kısa süre önce kapı yüzüne kapatılan taşralı adam gibiyiz. Kendi tutsaklığımız öyle kör edici ki savaştığımız şey; bilmediğimiz suçlarımız oluyor, kutsallar değil.
Tüm hayatımız boyunca adil olmayan bir yargılamayı beklemek nitelikli bir hayat için uğraşmaya zorlaştırıyor. Suçluluk duygusunu dayatan kutsalların karşısında hep birlikte durmak Dava romanına iyi bir son yazdırabilirdi.
Hediye Çınar Ekinci
Dünyalılar