Trenle seyahatin keyfini yaşamak için yolumu saatlerce uzattığıma hiç pişman değilim. Tren camından bir film şeridi gibi akıp giden doğa, kentler, kasabalar ve köyler, insanlar ve hayvanlar bazen eşsiz tablolar, bazen de gizemli öyküler sunuyor.
Bu tabloların ve öykülerin karşısında kendi kendimle gevezelik etmekten yorulduğum zamanlarda susup elimdeki kitabı okuyorum.
Kendi hayatını anlatan yazarların içtenlik sınavı beni her zaman daha fazla etkilemiştir. Elimdeki, öyle bir yazarın kitabı. Norveçli yazar Knut Hamsun, Açlık adını verdiği kitapta inanılmaz bir yoksulluk içinde sadece ve sadece bir yazar olarak hayatını kazanma mücadelesini anlatıyor.
Bazı sayfalarda tüylerim diken diken oluyor, bazen gözlerim doluyor. Kitaba ara verip yüzümü trenin camına çeviriyorum. Bir süre dışarda olup bitenleri hiç görmeden boş boş bakıyorum. Yüreğim acıyor. Bir insanın hayatını kalemiyle kazanması neden bu kadar zor!..
* * *
Gazetecilik ve köşe yazarlığı yapmak için medya kurumlarına başvuranların önemli bölümünün para almadan çalışmaya hazır olması ne kadar hüzünlü bir gerçek!..
Bu gerçeğe epeydir alışık olmamızdan dolayı böylesi örnekleri artık pek fark etmez, üzerinde konuşmaz olmamız ise daha da katmerlendiriyor bu hüznü…
Düşünün; saatlerini, günlerini, belki hayatının önemli bölümünü, profesyonel becerilerinden başka duygularını ve enerjisini ortaya koyan insan, emeğinin karşılığını almıyor. Hiç almıyor veya “hiç”e yakın düzeyde bir şeyler alıyor.
Ve bu, hayatımızın, mesleğimizin “normal”i oluyor.
Hatta bazen bundan bahsetmek bile – “para canlısı” izlenimi yaratabileceğinden dolayı – sanki “ayıp kaçıyor”.
Bu yazıda amacım, işveren tarafının imkânlarını, tutumunu, ahlaki ve hukuki sorumluluğunu ele almak değil. “Bedavaya” veya “sudan ucuza” çalışmaya hazır olanlardan söz etmek.
Siz hiç birilerini para almadan bir inşaatta çalışmaya ikna edebilir misiniz? Ya da tarlada ırgatlık etmeye? Veya pazarda satıcılık yapmaya?.. Ama gazetecilik, yorumculuk, yazarlık yapıp da beş para istemeyecek, dahası bir de mutlu olacak bir sürü insan var. Onlar ne olursa olsun entelektüel üretim sürecinden, medya ve edebiyat dünyasının aydınlığından uzaklaşmamak için her türlü zorluğa göğüs germeye hazırlar. Çoğu kez bu sürece ve o dünyalara açılan kapılarda ışıltılardan çok karanlık gölgeler oynaşsa bile… Bir var olma savaşıdır çünkü bu genellikle; bir direniştir, idealdir, hayaldir…
* * *
“Yazı yazmayı iş saydığım için başka iş yapmamaya karar vermiştim. Şimdi haftada iki lira şu yazımdan alıyorum. İlerde, kim bilir başka gazetelere de yazar, geçinirim. Daha birkaç sene dişimi sıkacağım. Yalnız yazımla geçinmek kararını kafamdan kimse sökemez. Ayda kırk beş lira ile bir gazeteye kapılanmak bile mümkün değil. Muallimlik yapamam. Kendim bir şey bilmiyorum ki başkalarına öğreteyim. Bundan üç sene evvel ticaret yapayım dedim… Olmayacak. Böyle giderse, babadan miras birkaç parçayı da tüketeceğim.”
Bu cümlelerin sahibi, yıllarca “dişini sıkmak” zorunda kalan kişi, Türk edebiyatının en önemli isimlerinden biri olan Sait Faik Abasıyanık. O, belki Norveçli meslektaşı gibi kendi kendine şakalar yaptıktan veya felsefi bir yazı yazmaya karar verdikten hemen sonra açlıktan baygınlık geçirmedi ya da bir kemiği dişleyerek midesini aldatmaya çalışmadı. Ama mücadele, aynı mücadeleydi.
Elimdeki Açlık adlı kitabın çevirmeni olan ünlü şair Behçet Necatigil, İkinci Dünya Savaşı yıllarında, Zonguldak’taki genç edebiyatçılar Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip Uslu’nun hocası ve en büyük yardımcısı olmuştur aynı zamanda. Kelebeğin Rüyası filminde, veremden ölen bu iki şairin kederli ve inatçı direnişini izlemiş miydiniz?
Yukarıda adları yazılı herkesin yazmanın dışında bir şeyler yaparak geçinme imkânı vardı herhalde. Daha doğrusu… Yoktu. Hayatlarını kaleme bağlamışlardı bir kere. Yazmak zorundaydılar. Yazıyorlardı, çünkü “yazmamak mümkün değildi” onlar için. Belki de “Yazmanın tek bir gerekçesi olabilir, o da insanların birbirlerini anlamasına yardım etmek” diyen John Steinbeck ile aynı görüşteydiler.
Honore de Balzac, Hans Christian Andersen, Fyodor Dostoyevski, Franz Kafka, Edgar Allan, Alexandre Dumas, Mark Twain, Jack London, Mehmet Âkif Ersoy, Peyami Sefa, Ahmet Hamdi Tanpınar, Orhan Veli ve daha pek çokları nice yoksulluklara katlandılar kaderlerini kalemle yazdıkları için… Bestecilerden ressamlara kadar sanat dünyasının birçok ismi de benzer sınavlardan geçti.
* * *
Jean Jacques Rousseau’nun bir sözü var: “Eldeki para hürriyetin aletidir; fakat peşinden koşulan para, tam tersine kölelik aletidir.”
Bu lanet olası para madem yaşamak için gerekli, madem onu kazanmak için bazen yürümek bazen de koşmak gerekiyor, bu cümlenin anlamını nerede arayacağız, diye sorarsanız, doğrusu size verecek akıllı bir cevabım yok. Bilmiyorum. Bilmiyorum, sadece hissediyorum.
Bunu hissetmeye çalışırken de günümüz Türkiyesi’nde medyada “bir yerlere gelme” çabası harcayan ya da o “derin yüksekliğe” ulaştıktan sonra, önce adım adım, ardından herkesi şaşırtacak kadar kıvrak bir fırıldak cesaretiyle mesleki ve ahlaki ilkeleri bir kenara savurarak iktidarın korunaklı ve bereketli kucağında kendi mabadına yer açanlardan hayat dersleri alıyorum.
Tüm bunlar aklımdan geçerken tren, ineceğim istasyona yaklaşıyor. Saat epeyce ilerlemiş. Uçakla gelmek de vardı aslında. Ama bazen o kadar hızlı ve kolay yoldan gitmemek daha iyidir. Bilmem, katılır mısınız…
Hakan Aksay