Arka Bahçemiz

Genç ölmek…

tumblr_n3nyd1AhTw1qfzvflo1_1280Deniz
“……..Gemerek’te evler hep bahçe içinde. Ben önde, jandarmalar arkada, koşuyoruz bir bahçeden bir bahçeye. Bir duvardan atlayıp yere yatıyorum, ya ayaklarının dibine ateş ediyorum, ya başlarının bir karış üstüne. Onlar da yatıyorlar ben ateşe başlayınca. O zaman kalkıp koşuyorum, böyle iki üç tur atıyoruz Gemerek’in içinde. Herkes durmuş beni seyrediyor. Bir kadın, evinin kapısından, az ötede beni seyreden kocasına sesleniyor:
“Herif, gel çorbanı iç, soğuyacak; yine gider seyredersin!”

Çocuklar, ben ateş ettikçe alkışlıyorlar. Kiminin elinde ayçiçekleri; hem beni izliyor, hem ayçiçeği yiyorlar. Bir buçuk saat kadar sürüyor bu kovalamaca. Bir ara, üstüne hoparlör bağlanmış bir taksi çıkıyor ortaya. Hoparlörden acımasız bir ses şunları söylüyor Gemereklilere:
 “Ben Belediye Başkanınız! Komünist Deniz Gezmiş, Gemerek’te. Silahı olan silahını alsın, av tüfeği olan av tüfeğini. Silahı olmayan da taşla sopayla saldıracak. Herkes hazırlansın! Yakalayacağız onu!” Gidiyor…”

Mart 1971…Avanos Ortaokulu’na gidiyorum. Bir gece önce Naciye Hala’mın zeytinyağı ve sarımsağa emdirilmiş pamuk koyma projesi tutmadı. Sabaha kadar zonkladı kulağım. Sabah annem, babamın yün kaşkoluyla kafamı, kulağımı iyice sardı. Öylece gittim okula. Öğle arasında gazozhaneye uğradım. Abim güveç yaptırmış ondan yiyeceğim. Az sonra tepsi gibi kullanılan geniş bir ekmeğin üzerindeki güveç, dumanlar savurarak geldi masaya. Ekmeğin ucundan koparan güvece dalıyor. Kimsenin yanındakine baktığı yok. Tam bu sırada, Belediye’nin her zaman cızırtılı ve ne dediği anlaşılmayan hoparlöründen Belediye Başkanının sesi duyuldu. Bağıra bağıra bir şeyler anlatıyor. Güveç için gelen abimin arkadaşı Hacı Dayı masaya sıkışırken havadisi de verdi: “Belediye Reisi minibüsün üstüne çıkmış konuşuyor. Teröristler mi yakalanmış ne!”

Az sonra çarşı meydanındayım. Kan ter içinde, elindeki mikrofondan Deniz Gezmiş’in nasıl yakalandığını anlatan, ahaliye akıllar veren Belediye Reisinden aklımda kalan fotoğraf, konuşurken bir yandan da sağ eliyle sürekli kasığını bastırmasıydı. Görüntünün tuhaflığı benim için ancak Tıp Fakültesindeki Cerrahi stajında anlaşılır hale geldi. Bizim Reis, bağırmaktan şişen kasık fıtığını eliyle iterek yerine yerleştirmeye çalışıyormuş meğer…

Deniz’i 25 yaşındayken, Hüseyin ve Yusuf’la birlikte bir Hıdrellez sabahı astılar. Yusuf da 25’indeydi, Hüseyin ise 23. Bakmayın “dede” lakabına, ikisinden de küçüktü Hüseyin.

Hıdrellez Anadolu’da, bozkırın doğum günüdür. 6 Mayıs 1972 günü annem, her Hıdrellez günü yaptığı gibi erkenden kalkarak sabah namazını kıldı ve ardından Kızılırmağa gitti. Irmağın birazdan yükselerek sileceği kumların üzerine, bebekler, çocuklar, gelinler çizdi. Kamışlardan derme çatma evler yaptı. Bana sınavım için şans diledi.
O sırada Deniz’in annesi Mukaddes Hanım, -ki kendisi aslen Tortumludur-  belki de çörek hazırlıyordu. Tortum’da Hıdrellez gecesi, gece rüyasında özlediği birini görmek isteyen, bir gün önceden oruç tutar. Akşam Tortum’un tuzlu çöreğinden yenir ve hiç su içilmez. Mukaddes hanım o gece uyuyabilse belki rüyasında görecekti Deniz’ini, lakin olmadı. Alıcı kuşlar gece yarısı kapıya gelip Cemil Bey’i götürdüler, Deniz’in dal boylu cansız gövdesini teslim etmek için.

Hüseyin Sarızlıdır. Demek ki annesi Selver Hanım da erkenden kalkmış, kutlu bir ağacın dibinde Hüseyin’i için, boz atlı Hızır’dan, dilekler dilemiştir. Nereden bilsin güzel yüzlü oğlunun az önce yağlı bir ilmeğin ucunda turna olup gökyüzüne uçtuğunu.
Yusuf Yozgat doğumludur. Çerkes oldukları söylenir. Annesi Mediha Hanım, oğlunu bir kez daha can gözüyle görebilmek için; kıbleye bakan yedi çeşmeden su içmiştir, akan suda yıkanmış, kâğıda yazdığı dileklerini gül ağacının dibine gömmüştür mutlaka. Yazık ki, işe yaramamıştır.

Mahir
Mart 1974. Nevşehir Lisesi’ndeyim. Haftada bir saat “Milli Güvenlik Dersi” diye bir ders görüyoruz; nam-ı diğer “Askerlik” dersi. Nevşehir Komando Birliği’nden tıknaz, yanık tenli, albay mı binbaşı mı bilemediğim rütbeli bir asker girerdi derse. Sınıf mümessili Derviş koridorun başına durur, albayın gelişini kollardı. Onun uzaktan “dikkaaat!” sesiyle toparlanır, hiç sesimizi çıkarmadan, ayakta mum gibi beklerdik. Askerlik dersinde sıranın gözüne yerleştirdiğim kitapları okurdum genellikle ya da 1-B’deki yeşil gözlü kıza akrostiş şiirler yazardım… Öyle bir ders işte.
Martın son günleriydi galiba. Albay birkaç hafta derse gelmedi. Lisede boş geçen derslerin tadı hiçbir şeye benzemez. Ben şiire devam ettim tabii ki. Hicranlı dörtlükler yazıyordum artık. Zaten “benimki” de geçen gün koridorda arkadaşıyla kıkırdayarak geçip gitti yanımdan, neye yoracağımı bilemedim. Zafer Hoca’nın dediği gibi kara sevdaya mı düştüm nedir!
O haftaki askerlik dersine bir tuhaf geldi albay. Derviş’e “dikkat” çektirmedi. Her zamanki zıpkın gibi bir hal de yoktu üzerinde. “32. sayfadan itibaren okuyun” diyerek oturdu yerine. Kalktı sonra pencereye gitti ve uzun uzun baktı dışarıya. Her zaman en arka sıradaki haytalarla oturduğum için görebiliyordum ne yaptığını. Arkasına bağladığı ellerini biraz daha sıktıktan sonra asker botlarının içinde hafifçe yaylanarak geriye dönüp bizi seyretmeye başladı. Bir şeyler konuşmak ister gibi bir hali vardı. Nasıl olduysa laf teröre, komünizme falan geldi. Bizim albay iki sene önce Niksar Kızıldere’de Mahirleri kuşatan komando birliğindeymiş. Ağır ağır ve kelimelerini seçerek konuştuğunu iyi hatırlıyorum albayın. “Biz görevimizi yaptık” diyordu. “Askerlik” diyordu. “Emir komuta”  diyordu. O günkü dersten aklımda kalan cümle ise, “Ne olursa olsun, yine de yiğit çocuklardı…” cümlesi olmuştu.

Ulaş
Yıl 1980. Henüz darbe olmamış. Hacıbektaş’ın her yıl tekrarlanan şenliklerine gidiyoruz. Ulaş’ın memleketine yani. Sırtımda tuhaf bir ceket, gözümde siyah gözlükler. Kendimizce tebdil-i kıyafet yapmışız. Her akşam şenliğin yapıldığı alana arkadan gizlice giriyor, sunuculuk yapıyorum. İşimiz bitince de yine aynı araçla Avanos’a dönüyoruz. Gece yarısı eski bir Murat 131’in içinde sallanarak ilerlediğimiz bozuk bozkır yollarında, Hacı Bektaş-ı Veli’nin kendine niye böyle bir coğrafyayı seçtiğine şaşardım en çok. Bir de Ulaş’a. Güler yüzlü, mütevazı ve cesur. Ulaş’ın lakabının “Fukara” olduğunu biliyordum. “İnsan yaşadığı yere benziyor demek ki” diye düşünmüştüm.
19 Şubat 1972… Ulaş gardaş… Sulucakarahöyük’ün Topain köyünde başlayıp ODTÜ’ye uzanan, oradan İstanbul Arnavutköy’de sabaha karşı biten 25 yıllık bir ömür. Genç gövdesinde yaşı kadar mermi izi…

Yıl 2014. Aylardan şubat. Bu yıl kış hiç sert geçmiyor. Yakında Mart’a gireceğiz. Arkasından Hıdrellez.
Denizlerden 30 yıl fazla yaşadım demek ki.
Canım çok sıkılıyor.
Siz ne yaparsınız canınız çok sıkıldığında? Yeğenimi kaybettiğimde Edip Cansever okumuştum hiç durmadan. Şimdilerde Ulaş’ın Mahir’i kucakladığı videoyu izliyorum. İyi geliyor…

Ercan Kesal

 

Dünyalılar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu