Arka Bahçemiz

Her Gidiş Biraz Daha Ölümdür

Neden aşk diye sarıldıklarımız parça parça dökülüyor? Neden uğruna ölebileceğimizi düşündüklerimiz gün geliyor ellerimizden kayıp gidiyor? Neden daha dün bir dakika bile aklımızdan çıkmayanlar ertesi gün “unutulanlar” kısmına kolayca ayrılıveriyor? Neden bohçasından yeni çıkarılan bir aşk, henüz kente akşam çökmeden dürülüp kaldırılıyor eski yerine? Neden herkes aşk denilen bir ütopyanın peşinde? Neden bulunduğu anda kaybedilen aşklarla dolu ortalık? Eksik olan nedir öyleyse. Aşklar neden eskisi gibi uzun sürmüyor? Neden hızla tüketiliyor? Neden pervasız bir israfla savruluyor ilişkiler ve insanlar?

Şair ne demişti: “İnsan yaşadığı yere benzer/ O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer.” Eskiden böyleydi işte. İnsan toprağına benzerdi, yaşadığı yere benzerdi. Toprak gibi tutardı üzerinde yeşerttiği her şeyi. Oysa artık insanlar ne başka bir insanı ne de nesneyi tutamıyorlar, onlara “tutunamıyorlar”. İnsanlar yaşadıkları yerlere değil yaptıkları işlere benziyorlar artık. Ne iş yapıyorsa o olup çıkıyor herkes. Baksanıza “önemli” insanlarla dolu etrafımız. Dünyanın en önemli işleriyle uğraştıklarını sanıyor kimileri. Ne de büyük edalarla geziyorlar iş yerlerinde, sokaklarda ve hatta kendi yatak odalarında. Oysa bence dünyanın en güzel işleri en gereksiz olanlarıdır. Nerede gereksiz bir iş varsa dünyayı hep o güzelleştirmiştir. Gereksiz işlerle uğraşın ki dünya güzelleşebilsin diyorum. Gereksiz işlerle daha çok uğraşın ki dünya daha çok değişebilsin diyorum. Aşk olsun diyorum. Karanfil Sokak’ta, gece yarısı bir çocuk üç tane mum yakıp yere dikmiş, başında durmuş izliyordu geçenlerde. O çocuk yalnızca Karanfil Sokağını değil bütün dünyayı aydınlatmıştı o gece. İşte buydu yaşam denilen asıl oyun ve eğlence.

Önemli işler yaptığımızı sandığımız anda düşüyoruz biraz da tuzağa. Sabah işe gitmek için çıkılan evlere birer ölü gibi dönüyoruz. Tutkusu olmayan bu hayat büyüsü yitmiş bir dünyayı karabasana çeviriyor. Sorun tam da burada işte. Artık büyüsü olmayan bir dünyada büyünün kendisini, aşkı arıyoruz. Oysa aşk, cinsellik ve pornografi arasında ezilmektedir artık. Erotizmse çoktan ebedi istirahatgahına çekiliverdi. Erotizmin tutkusu, yerini pornografinin tüketim çılgınlığına terk etti bile. Aşklar da tüketilen bir nesneden başka bir şey değil bu büyüsü gitmiş pislik dünyada.

Oysa erotizm yoksa, onun tutkusu yoksa, aşk yoktur. Tutku yoksa devrim yoktur. Tutku yoksa hiçbir şey yoktur. Bu yüzden devrimler bile her şeyden önce erotik olmalıdır. Tüketimin çılgınlığını değil erotizmin tutkusunu taşımalıdır. Bir devrim bütün bedeni tutkulu bir aşkla donatmadığı sürece başarıya hiçbir zaman ulaşamayacaktır. Ve bizlerse şu çok gerekli işlerimizden sıyrılmadıkça günyüzü göremeyeceğiz hiçbir zaman. Ve bizler bir gün işlerimize gitmekten vazgeçinceye kadar daha çok arayacağız kaybolan aşkın nereye gittiğini.

Aşk bir daha dönmemek üzere terk etti bu dünyayı. Yüzeysel ilişkilerimizi görmemek için sıyrılıp gitti aramızdan. O, artık hoyrat makasların biçtiği güzelliklerin anısı olarak hafızalarda sadece. Metin Altıok aşkın en güzel durum şiirini yazmıştı hatırlayınız: “…Beni hoyrat bir makasla/ Ah eski bir fotoğraftan oydular/ Orda kaldı yanağımın yarısı/ Kendini boşlukla tamamlar/ Ah omzumda bir kesik el/ ki hala, hala durmadan kanar…”. Eskiden aşıklar birbirlerinden ayrıldıklarında keserlerdi diğerinin yüzünü fotoğraflardan. Altıok onu söyler işte burada. Omuzda kalan ele bile değer yükleyen aşklar yok artık. Çünkü aşklarımız sistemin hoyrat makaslarıyla doğranıyor her gün yeniden.

Yeri gelmişken söylemek gerek ki, Sivas’ta aslında işte bunlar yandı. Orada yanan önce aşktı, tutkuydu, aşkın ve tutkunun şiiri, sesiydi. Milyonlarca yıllık bir “dil” yangınıdır Sivas. Türkçe’nin değil, Kürtçe’nin ya da Ermenice’nin değil hepsinin ortak dilidir Sivas denen o zavallı köhnemiş şehirde yanan. Birileri hala soruyor mu aşk nerede diye? Aşk, yakalayabilirsen Kürtçe’de, Türkçe’de ya da Urduca’da. Ben aşkın dilinden söz ediyorum. Yakılan da, horlanan da o dildir diyorum. Kaybedilen aşkın dilidir diyorum. Dilini anlamadığım Djivan Gasparyan benim acılarıma, dilini anladığım ama acılarıma acılar katan faşistlerden daha fazla derman olmuştur. Şivan Perwer’in “Kîrive”sindeki aşkı ben yaşadım ben. Mohsen Namjoo’nun “Ey Sareban”ı için bütün gözyaşlarını ben döktüm. Tahir ile Zühre’de bahsedilen benim bu yüzden.

Biliyorum ki birileri de Neşet Ertaş söylerken onun dilini anlamadı, ama aşkını onunla yaşadı. Oysa ben, bir gün, bir müezzinin minareye çıkıp ezan yerine şu dizeleri söyleyeceği o aşk halini bekleyip duruyorum hala. Biliyorum, öncesinde şu okunacak bir vakit namazının: “Cahildim dünyanın rengine kandım/Hayale aldandım boşuna yandım/ Seni ilelebet benimsin sandım/ Ölürüm sevdiğim zehirim sensin/ Evvelim sen oldun, ahirim sensin”

Aşkın dilini bilenlerin yanağının yarısı Sivas’ta hoyrat bir makasla kesilivermişti. Sonra da o makas hep işledi. Yanağımızın yarısı en son Roboski’de dağ başında bombalandı. Aşk nerede diyenler var ya, aşktan önce onu lâl eden neydi, onu dilsiz kılan neydi onu bilmek isteselerdi keşke. Neden pervasız bir israfla savruluyor aşklar? Çünkü aşkın dili yanıyor, yok ediliyor her yerde. Rutin ve ruhsuz bir dünyada Ahmet Telli’nin dediği gibi “Ölü kuşlar satılıyor bütün çiçekçilerde/ Menekşeler nergisler yerine kuş ölüleri/ Bir su sesi, bir fesleğen kokusu şimdi uzak/ Yangınları anımsatıyor genç ölülere…” Ve bu sessiz oyun her gün yeniden tekrarlanıyor. İnsanlar yaptıkları işlere benziyor. Tutkusuz, aşksız ve sevgisiz bitiyor günler. Olsun siz pazartesi gidin işlerinize. Her gidiş biraz daha ölümdür bunu unutmayın ama, yine de.

Ali Murat İRAT

Dünyalılar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu