GİRİŞİMCİ BİREY YA DA ÖZ GİRİŞİMCİ
Günümüz dünyasında eğitim sistemi, ya da öğretim kurumları ilk ortaya çıkışlarındaki özgür yurttaşı yaratma idealinden vazgeçmemiş olsalar da, bu iddia başka bir boyuta evrilmiş durumdadır. Bu evrilmenin temel aktörü tabii ki, dünya üzerinde politik arenada yaşanan değişikliklerdir. Birinci ve ikinci paylaşım savaşlarından sonra dünya iki kutuba ayrıldı. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliğinin kurulmasından ve özellikle, Hitler faşizminden Avrupa’yı Rus ordusunun kurtarmasından sonra, özellikle Batı-Avrupa ülkeleri, kendi ülkelerinde sosyalist rejime geçilmemesi için, bir çok alanda sosyal reformlara gitmiş ve kendi ülke vatandaşlarına bir çok alanda sosyal güvence sağlamıştır. 1990’da SSCB’nin dağılmasıyla, Batı-Avrupa ülkeleri bu tehdit unsurundan kurtulmuşlar ve sosyal reformlarında bir çok değişikliğe gitmişlerdir. Bu değişikliklerin biri de -eğitim-öğretim sisteminde gelişmiştir.
Humboldt’a göre eğitim, birey ve evren arasındaki ilişki ve bu ilişki esnasında bireyin sürekli sorgulamalarıyla, kendini yenilemesi ve bu her yenilemeden sonra, sürekli yeni bir evreye geçişi olarak, tanımlanmaktadır. Bir başka deyişle, birey ve evren arasındaki ilişki süreklilik içindedir ve bu süreklilik, bireyin gelişimini sağlar. Esasen öğretim sistemi bu gelişimin sistematik bir biçime kavuşturulmasını hedefler ve sağlıklı bir toplumu inşaa etme amacını güder.
Batı Avrupa ülkelerinin 1980 yılında Margret Thatcher pratik olarak uygulamaya geçtiği Neoliberalizm özellikle 1990 yılından sonra sosyal devlet anlayışından vazgeçişi kendisi ile beraber getirdi. Gemisini kurtaranın kaptan olacağını iddia eden bu anlayış, eğitim ve öğretim sistemi üzerinden sağlıklı bir toplum inşaasından vazgeçerek, diğer tüm yaşamsal alanlarda olduğu gibi, eğitim-öğretim alanında da, rekabeti kışkırtarak, bireyin sadece iş dünyası üzerinden kendi yaşamını kurgusu üzerine bir modele dönüştü.
Bu model artık, ülkenin belirlediği ve hedeflediği ekonomik kalkınma planları dahilinde, iş dünyasının hizmetine sunmak için bireyleri, ilkokuldan itibaren ayrımcılık ilkesi üzerinden, iş branşlarına göre kalifiye eleman olarak yetiştirmeye başladı. Toplumsal olarak ekonomik alanda segmentlere ayrılmış olan sosyal yapıda, sosyal ve ekonomik gelir dağılımında en alt düzeyde olan sınıfın çocukları, iş dünyasının modern proletaryası olarak, sistem tarafından, meslek eğitimlerine yönlendirildiler. Orta sınıfın çocukları “beyaz yakalı” tanımlaması ile hizmet sektörünün, uzman elemanları olarak yetiştirildiler. Burjuva dediğimiz kesimin zaten buna evvelden de olduğu üzere çok ihtiyacı yoktu.
Girişimcilik ekonomik sistem içinde yerini bulan bir tanımlama olarak artık öğretim- eğitim sistemi içinde yerini bulmuştur. Ortaya çıkışı ise sosyal devletlerin vatandaşlarına sunduğu sosyal güvencelerde gidilen reformlar ve Batı Avrupa’ da yaşanan işsizlik olgusunun çoğalmasıyla beraber artık devletten yardım bekleme yerine, bireyin kendi kaderinden birinci dereceden sorumlu olmasını hedefleyen yeni bir sisteme geçişi ifade eder.
İronik olan ise, bireyin bu sistemin bir kurbanı iken, tüm bu yaşananlarda sanki bireysel olarak bir payı varmışçasına, sorumlu tutulması ve çözüm kaynağı olarak yine kendisinden sürekli beklenti içerisine girilmesini, normal bir olguymuşçasına kabul etmiş olmasıdır. Öğretim- eğitim sistemleri bireyde en temel algı olarak şunu geliştirir: Hayatını bir iş alanı olarak kurgula ve en yüksek verimi kazanç temelinde hedefle ve bunun için geleceğine yatırım yap. Birey düzeyinde temel beklenti ise tüm yaşamı boyunca kendini değiştirmesi, dönüştürmesi ve her zaman sistemin sarmalı içinde aktif olarak kalabilmesi olmuştur. Kısacası her birimiz birey olarak, sürekli sisteme entegre olmalı ve yeniliklere ayak uydurmalıyız. Bunun gerçekleşebilmesi için bireylerden beklenen en temel özellikler, kendi sorumluluğunu alabilme ve bireysel olarak insiyatif kullanma yetisinde olabilmesidir. Bu iki temel özelliğe sahip olan her bir birey, öz girişimci, olarak bu sistemde yerini bulur ve her zaman başarı sahibi olur. Bu iki temel özelliğin yanı sıra, bireye mal edilmiş olan bir katalog vardır. Bu katalog içerisinde diğer temel özellikler belirlenmiş ve sistematik bir şekilde nesne haline dönüştürülmüş olan bireyden, daha farklı özelliklere sahip olmasını bekler. Esneklik, ekip çalışmasında uyum, zorluklarla mücadelede kudretli olma, kendisine sonsuz güven, değişikliklere hızlı adapte olma, organize yeteneği, risk almada cesaretli olma, kazanç endeksli ve hizmet sektörü endeksli düşünerek sürekli hizmet ettiği alanda memnuniyeti sağlamak, temel bireysel özellikler olarak belirlenmiştir. Artık bireysel özellik olarak karşılıklı güven, empati kurma, sorgulama, kollektif düşünme ve bunlara benzer bir çok özellik, bireydeki temel kişilik-kimlik özellikleri olarak sayılmazlar.
Artık birey kendi yaşamını mikro düzeyde bir işletme olarak görmeli ve buna yönelik olarak sürekli kendi yaşamına yatırım yapmalıdır. Bu çerçevede işletmeci birey aktif, hesaplayan ve hesap edilebilir bir bireydir. Bu bireyin iki ve birbirine karşı duran özelliğe sahip olmasını kendisiyle beraber getirir. Girişimci birey ve işletmeci birey. Diğer bir ifadeyle,birey, hem müşteridir, hem de müşteriye hizmet eden üreticidir.
Burada sorulması gereken en can alıcı sorular ise, bu düşünce sistematiği içerisinde öğrenme nasıl tanımlanır, okullar hangi amaca hizmet ederler?
Öğrenmek kavramı, bireyin içinde bulunduğu durum ve koşul çerçevesinde yürüttüğü aktivite ve bu aktivite içinde edindiği bilgidir. Sadece koşullar ve durumlara bağlılık öğrenme için iki ana kuraldır. Bu bağlamda birey daha önceden edindiği bilgiyi yeni durum ve koşullarda hafızısına getirerek, güncel olarak içinde bulunduğu durum ve koşullara uyarlayarak, yeni bilgiye ulaşır ve bu böyle bir süreklilik içinde devam eder. Bu bağlamda öğrenim yerleri sınıf ve okulların dışında tüm yaşam alanlarına taşınır ve yaşamın her alanının bir öğrenme alanı olduğu bireye kavratılır. Ancak yeni sistem ile okullar artık birer işletme görevini alarak, kısmen ders içerikleri bakımından ama çoğunlukla ders anlatma metodları ve verilen pratik örneklemeler açısından, bireye öz-girişimci şahsın katalog özelliklerini empoze ederler. Örneğin gurup çalışması bir yöntem olarak, ekip çalışmasına uyumu empoze eder. Bir başka örnek ise, derslerde tekli sunum, yani bir konuyu sınıfın önünde anlatmak, bireyin ileride iş dünyasında, bir projeyi oluşturup takdim etmesinin ön alıştırmalarıdır. Ve bu yöntemler bireyde rekabeti kışkırtır ve sürekli kendini beğenmeyen ve başkası tarafından belirlenen en iyiye, en mükemmele ulaşma savaşına döner. Bu bağlamda birey yalnızdır, çünkü herkes onun rakibidir.
Pekii neden buna karşı olunmalıdır?
Öncelikle öğrenim-eğitim sisteminin görev kapsamı, bireyin evren ile ilişkisi esnasında, bilgi kaynağını derinleştirmesi ilkesinden çok uzaklara taşınmış olmasıdır. Okullar her zaman objektif yerler olarak bireysel gelişimi ve doğalında toplumsal gelişimi hedeflemişlerdir. Ve okullar bilim yuvalarıdır. Bilimi üreten yerlerdir ve bu üretim tüm toplumun hizmetine sokulursa, bir anlamı vardır.
Fakat artık bilgi üretme yerine bireyler arasında rekabetin hakim olduğu, öğretmenlerin sadece aracı bir role büründüğü, okulların bir ürünü piyasaya sunan, işletmeci, öğrencilerin ise tüketimci role büründüğü işletme modelleri ortaya çıkmaktadır,ki; bu çok ciddi bir tehlikeyi kendisiyle beraber getirir.
Gelişimden ve değişimden uzaklaşma. Birey hem üretici, hem de tüketici olarak, bir kısır döngüye mahkum edilir. Hem kendini sürekli yenilemek ve bu yeniliğin, faydalı-faydasız yanlarını, tıpkı ekonomi piyasası mantığındaki tüketici perspektifiyle, değerlendirmeye tabii tutmak zorundadır. Bu birey düzeyinde yetersiz olmayı, kendini sürekli bir meta olarak algılamayı ve sorgulamayı, rekabet duygusunun yarattığı hırsla kendini ve yaşamını bir makine gibi kurgulamayı, sonucunda mutsuzluğu getirir ve dünyadaki tüm şiddetlerin kaynağı da mutsuzluktur. Rekabetin yarattığı gerginlik ve şüphecilik birey düzeyinde bir çok fiziksel ve sosyal bozukluğa yol açar ve en önemlisi insan olmanın temel ilkesi olan, sosyalleşmeyi, yok eder. Sosyal olamayan birey mutsuzdur ve bu bireylerin çoğaldığı toplumlar da mutsuzdur. Bilgiyi edinmek bir amaçtır ve araç olarak kullanılan öğretim-eğitim sistemleri özerk yapılanmalar olarak sadece bilgiye ulaşmayı hedeflemelidir. Eğitim bilimi, insanlığın gelişimine hizmet etmeye devam etmeli ve bu ortaya çıkış ilkesinden asla taviz vermemelidir. Eğitim bilimcileri yaşadıkları ülkenin öğretim-eğitim kurumlarına bu ilkeyi uygulama konusunda baskı yapmalıdır. Dünyanın hemen hemen bir çok ülkesinde son yıllarda geliştirilmeye çalışılan bu yeni öğretim-eğitim modeline karşı durmak bir dünya vatandaşı ve kainatın bir parçası olarak her bir bireyin görevidir. Çünkü ne bu kainat, ne dünya rekabet ilkesi çerçevesinde değil, saygı, sevgi, hoşgörü ve birbirini olduğu gibi kabul etme prensipleri üzerinden varlığını sürdürüyor. Ve bu doğal prensipleri görmezden gelen insanlık evrenle geliştirdiği bilgi alışverişini, yani ana bilgi kaynağına olan bağını sekteye uğratıyor. Evrenle olan ilişkimizle öğrenmeyi öğrenenler olarak, öğrenmeyi öğrenmeye yine bu yol üzerinden devam etmeliyiz.
Kaynaklar:
U. Bröckling (2007). Das unternehmerische Selbst. Soziologie einer Subjektivierungsform. Frankfurt am Main:Suhrkamp Verlag.
Arzu Güngör