Bir şeyler yapmalıyız. Hani öyle ülkeyi ve dünyayı kurtarmak için falan değil. Kendimizi eğlendirmek için. Kulaklarımıza her sabah yeniden fısıldanan, “yaşaman gereken hayat aslında bu değil, şu” denilen o sıkıcı hayatlarımızı renklendirmek için diyorum. Kitap okumanın, gazetelere göz atmanın, sinemaya gitmenin, bir kafede arkadaşlarla oturmanın artık yetmediği hayatlarımızdan bahsediyorum. “Yeni ortamlara girmenin” gerekliliğinin kendisini dayattığı, “kendim için ne yapabilirim”in her gün düşünüldüğü hayatlarımızdan. Aşkın lüks olduğu, sevişmenin az geldiği hayatlarımızdan.
Başka bir hayat vaadi hiç bu kadar tutmamıştı. “Karanlık” ortaçağ bile bu konuda modern dünya kadar ahlaksız değildi. Kandırılıyoruz. 60 ay yüzde bilmem kaç faizle; hemen alıp 2 sene sonra ödemeye başlamakla; ilk iki ay yüzde 50 indirimlerle; güvenli siteler, bol maaşlı işler ve daha büyük ev vaatleriyle… Bizler, yani orta sınıfın ne batan ne çıkan, ne kaybolup giden ne de dört başı mamur bir hayata erişebilen çokluğundan söz ediyorum. Sistemi ayakta tutan bizleriz, egemenler değil. La Boetie, “halk kendi boğazını kesen bir alçaktır” demeye getirirken sözü, bahsettiği halk biziz. Sistemin, her gün arzularımızı ve isteklerimizi kabartması hoşumuza giderken, yeni ve daha güzel bir hayatın elimizi uzatacağımız kadar yakında olduğu kulaklarımıza fısıldandıkça orgazm oluyoruz. Ancak yine, aynı sistemin bunu bize vermeyeceğini, çünkü orta sınıf kalmanın, sistemi devam ettirmenin kendisi olduğunun farkına varmaksızın yaşlanıyor, sonra da ölüp gidiyoruz.
Biraz finans yöneticisiyiz, biraz üniversite hocası; biraz gazeteciyiz, biraz mühendis; biraz daire başkanıyız biraz milletvekili.
Sınıfların en berbatı, en kandırılmışı, kendi kendine sömürünün tek ve en vurucu örneğiyiz. Konformizmin dibiyiz. Bedenimiz ve ruhumuz azıcık huzur bulsun da, o azıcık huzurun peşinde bir ömür boyu erken uyanıp “başkaları için çalışan başkalarına” çalışabiliriz. Sınıfların en pespayesiyiz. Yalnızca yarınından değil bugününden bile endişe eder hale getirilen ve bir paçavra gibi sistem tarafından istendiği anda çöpe atılanız. Bir gecede yoksul kalabilen; tasvip etmediği, taraf olmak istemediği, efendilerin petrol ve enerji kaynaklarını paylaştığı bir savaşta mülteci olabilen; asker olabilen; istenildiği anda yalnızca bir emirle bir başka insanı öldürmek üzere cepheye sürülebilen koskoca insan yığınlarının içerisindeki en kaypak sınıfız. Plazalarda -yoksulluk sınırında maaşla da olsa- işe girdiği zaman sevinebilen ve girdiği işle değil, çalıştığı plazayla övünen bir sınıfız.
Dünyanın zenginliğinin %99’una dünyanın %1’i sahipken; dünyanın en zengin 62 kişisinin mal varlığı 1.76 trilyon dolarken yalnızca Afrika’nın aç olduğunu sanacak ve onlara acıyacak kadar aptal bir sınıfız. Ama zenginler kulübü; hayvan hakları, doğanın korunması, ozon tabakasının delinmemesi için sağı solu, altı üstü boş bildirgeler hazırlayıp büyük büyük kuruluşlarla bizlerin vicdanına seslendiğinde gözyaşlarını da en çok biz dökeriz. Oynanan oyunun en afili, en gösterişli, en vazgeçilmez oyuncusuyuz. Şu dünyada olan biten bütün her şeyin, 62 kişinin kıçlarının daha yumuşak tuvalet kağıtları tarafından silinebilmesi için olduğunu görmek istemeyiz. Böyle şeylerden ziyadesiyle korkarız.
Kulaklarımıza her gün fısıldanır: “Daha iyi bir hayata sahip olabilirsin”.
10 Ekim Ankara Gar’ı Katliamının yıldönümü bugün. Şimdi tivıtırda biraz ahkâm kesmeli, biraz yol göstermeli, ülkenin gündemine yön vermeliyiz. Ama her şeyden önce bir şeyler yapmalıyız. Hani öyle, ülkeyi ve dünyayı kurtarmak için falan değil. Rahata alışan kıçımız, güzel günlere inanan romantik bakışımız için. Bir kahve falan hani.
Ali Murat İrat
Dünyalılar (www.dunyalilar.org)