Nâzım Hikmet’in bisikletli insanlarının şiirini yazdığı İsviçre Dağları’nda yol alan bir arabanın içindeyiz… Bu dönemeçli dağ yollarında direksiyonu dans eder gibi bir sağa, bir sola çeviren adamın adı Schwerzman’dır. Ak sakalıyla Noel Baba’yı andıran Schwerzman, Flims kasabasındaki çocuklara armağan götürmektedir… Ama, Noel Baba’nın aksine yüzü gülmemektedir Schwerzman’ın! Götürdüğü armağan da, arabasının arka koltuğuna yatırılmış bir çocuk heykelidir.
Schwerzman bir heykeltıraştır ve Çin’de görev yaparken bir kaza sonucu çocuklarını kaybetmiş İsviçreli bir karıkocadan, çocuklarının anısına bir heykel siparişi almıştır. Heykeli tamamlayan sanatçı, yüreği yaralı anne ve babayı beklemeye koyulur. Fakat ne gelen vardır, ne de giden… Bu uzun bekleyiş sırasında bir kara haber Avrupa’nın ortasından tüm dünyaya yayılır: Sunnehüsli yatılı okulunun öğrencileri kır yürüyüşü yaparken, dağdan kopan kayaların altında kalmış ve on dokuzu can vermiştir. Schwerzman, duyduğu bu haber üzerine beklemekten vazgeçer ve yaptığı çocuk heykelini arabasına koyarak Flims kasabasına doğru yola koyulur. Heykel, diri diri gömülen çocukların anısına, doğa felaketinin yaşandığı yere dikilecektir.
Cesetlerine ulaşılamayan dört kişi vardır: Okul müdürünün karısı, kadının kucağındaki yeni doğmuş bebeği, İtalyan çocuk Dario ve onun en yakın arkadaşı Doğan Taşkent!..
10 Nisan 1939 tarihinde yaşanılan ve hayatını kaybedenler arasında Türkiye Şeker Fabrikaları Genel Müdürü Kazım Taşkent’in oğlunun da olduğu bu acı olaydan yıllar sonra, İstanbul’da, Sultanahmet Meydanı’ndayız… 1966 yılının bir bahar günü… Yıldız Cıbıroğlu adlı genç kız, fotoğraf makinesinin deklanşörüne mutlulukla basmaktadır… Mutludur, çünkü çalıştığı dergiden kazandığı parayla almıştır fotoğraf makinesini… Makine “Zorki” marka ucuz bir makinedir ama olsun, ileride daha iyisini satın alma umuduyla gördüğü tüm güzelliklerin fotoğrafını çekmektedir…
Yıldız Cıbıroğlu’nun zamanı bir öğle tatili kadardır ve onu yemeğe ayırmak yerine, fotoğraf çekmek peşindedir. Makineyi tutan parmaklarındaki boya lekeleri gözümüzden kaçmaz, çünkü dergide çizer olarak çalışmaktadır. Genç kızın sayfalarını resimlediği dergi, Türbe Durağı’nın hemen arkasında, Binbirdirek Sarnıcı’na giden yolun köşesindedir ve adını da, İsviçre Dağları’nda gömülü çocuktan almaktadır: “Doğan Kardeş”…
Türkiye’nin en çok okunan ve sevilen çocuk dergisi Doğan Kardeş’in ressamlarından Yıldız Hanım’ın, yeni geldiği İstanbul sokaklarında çektiği fotoğraflar arasında ayakkabı boyacılarının sandıkları giderek öne çıkar. Öylesine sever ki bu sandıkları, dergiden artakalan tüm zamanını tarihi yarımada içerisinde, Çemberlitaş’tan Fener’e kadar dolaşarak ayakkabı boyacılarını keşfe ayırır. Yıldız Cıbıroğlu, çektiği fotoğraflara uzun uzun baktıkça bir yol açılır önünde ve şöyle düşünür: “Onların üzerindeki geyikler, keçiler, kuşlar… Ne kadar yumuşak, yalın ama etkileyici, gönül okşayıcıydılar. Neden çift çift yapıldıklarını düşünürdüm. Hoşuma giderdi… O sandıkların üzerindeki küçücük panodan, sanki genç ve saf çiftlere özgü bir sevgi yayılırdı.”
Cıbıroğlu, okul yaşındaki çocukların taşıdığı boya sandıklarını, onları sokakların tuzağına karşı koruyan birer tılsım olarak algılar… Ve bir soru kemirir durur beynini: Sandıkların üstündeki simgeler ne anlama gelmekteydi ve de neden hayvan figürleri çift olarak resmedilmişti? Sandıkların ön yüzünün ortasında bir motif vardı ve onun iki yanına yayılan motiflerle boyacı sandıkları sanki tasarlanmış bir sahne gibiydiler. Yıldız Hanım, bir fotoğraf karesinin içine girerek başladığı yolculukta, yüzyıllardır akıp gelen büyük bir senaryonun içinde bulur kendini. Boyacı sandıklarının ortasındaki şekil hayat ağacıdır ve onun iki yanında görülen hayvan figürlerinde bir erkek ve bir dişi olarak resmedilen de, Anadolu’nun en eski yerleşimlerinden Çatalhöyük’te karşımıza çıkan iki karşıt güç ikonografisidir. Anlatılan, dünyanın dönüşümünü sağlayan karşıt güçlerin dengesidir.
Ayakkabı boyacılarının sandığında görülen hayat ağacı, en eski Tanrıça idollerinden biridir. Varlığın ağaçtan gelmesi Orta Asya toplumlarının efsanelerinde çıkar karşımıza. Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda, Osman Bey’in rüyasında gördüğü ağacın işaret olarak kabul edilmesi de, bu inancın sürmesinden başka bir şey değildir. Bir ağacı geometrik bir şekil olarak çizmeniz istense, karşınıza çıkacak şekil üçgendir. Eski Türk yazısında da, “kız” sözcüğünün yazılışı üçgen imiyle başlar. Anadolu’da muskaların üçgen biçiminde oluşunun nedeni de koruyan, doğuran, var eden hayat ağacı inancıdır.
Tıp bilimi, insan bedeninde kuşaktan kuşağa geçen genlerin varlığını, sağlığımızın kodlarının bu genlerde olduğunu kanıtladı. Kültürün de, tıpkı genler gibi zaman içinde yolculuk yapan kalıtımsal simgeleri vardır. Bunlara “arketip” adı verilir. Yazıdan önceki dönemlerde, bilgi birikimi arketiplerle aktarılırdı. Yıldız Cıbıroğlu, çektiği boya sandıkları fotoğraflarıyla başladığı yolculuğu “Türk Sanatında Gizli Yüz” adlı kitabında tamamlar. Kitabın adında “Gizli Yüz” ifadesi geçer çünkü boya sandıklarındaki hayat ağacının içinde, bakmasını değil, görmesini bilen için bir de gizli yüz vardır. Hayat ağacı ve üçgen şeklinin ilişkisini düşünecek olursak, üçgen içindeki göz sembolizmasının köklerinin ne denli eski olduğu da anlaşılacaktır.
Nâzım Hikmet’in şiirinden yola çıkarak İsviçre Dağları’nın mezar olduğu bir çocuğa, adını o çocuktan alan bir dergiye, o dergide çalışan bir ressamın çektiği ayakkabı boya sandıklarının fotoğraflarına ve oradan da hayat ağacına geldik!.. Bir satranç oyuncusu gibi bilgiyle yaptığımız bu hamleleri, satranç bilmedikleri için yazılarında ve sunumlarında dama oyuncusu olarak kalanlar varsın kıskana dursunlar, biz şuracığa Nâzım Hikmet’in “Vasiyet” adlı şiirinde Anadolu’da bir köy mezarlığında, bir çınar ağacı altında (taş maş da istemez hani!) yatmak isteğinin de bu arketip ışığında düşünülmesi gerektiğini yazalım.
Lewis Carroll, çektiği bir fotoğraftaki kız çocuğunun bakışlarından etkilenerek bir roman yazmış ve kitaba da o çocuğun adını vermiştir: “Alice Harikalar Diyarında”… Yıldız Cıbıroğlu da, İstanbul’da çektiği boya sandıklarının üstündeki resimlere bakarak, hayat ağacına kadar uzanan bir kitap kaleme alır. Carroll’ın romanının başlangıcını anımsayalım, Alice’in arkasından koştuğu tavşan neyin içine girer?.. Bir ağaç kovuğunun!.. Alice, harikalar diyarına adımını nereden atar?.. O ağaç kovuğundan!.. Victor Hugo ne demişti: “Ey şair, bana yağmurdan bahsetme, yağdır”…
İşte size görmesini bilenler için bir arketip daha!