Arka Bahçemiz

Hepimiz Auschwitz Toplama Kampı’ndayız!

Psikiyatrist Victor Frankl’ın “İnsanın Anlam Arayışı” kitabını okuduktan sonra, Hitler zamanında, Polonya’nın Krakow yakınlarında inşa edilen ve çoğunluğunu Yahudilerin oluşturduğu ve 4 milyondan fazla tutsağın imha edildiği ünlü Nazi toplama kampı Auschwitz’deki insana yapılan insanlık dışı uygulamaların;  günümüzde de hala devam ettiğini ve dünyanın kocaman bir toplama kampı olduğunu düşünmeye başladım.

Dr. Frankl’ın  annesi, babası ,erkek kardeşi ve karısı bu kamplarda ölmüş ya da gaz fırınlarına gönderilmiştir. Kendisi de bu kamplarda uzun süre kalmış; açlığı, soğuğu,  zor şartlarda çalışmayı, her an imha edilme korkusunu, ölüme sürülmeyi, sefaleti, insan onurunun yok edilişini, aşağılanmayı ve şiddeti tüm çıplaklığıyla yaşamış, kamptan sağ kurtulduktan sonra edebi bir dille anılarını kaleme almıştır. Her şeyden önce bir psikiyatrist olması olaylara farklı bakmasını sağlamış ve böylesine olağandışı acıları yaşamamızın bir nedeni olmalı diyerek kitabın sonlarında kendi geliştirdiği logoterapiden bahsederek, acılar karşısında bir yaşama amacımız olması gerektiğini deneyimlerinden yola çıkarak anlatmıştır.

Peki dönelim Auschwitz Kampı’na. Neden hepimiz bu kamptayız? Kitap bana neden bu kampta olduğumuzu hissettirdi?

Bir trenin içinde tıka basa giden insanlar, nereye götürüldüğünü, trenin nerede duracağını bilmeden , sonlarının ne olacağını bildikleri halde yine de nelerle karşılaşacaklarının bilinmezliğiyle yol alıyordu. Tıpkı insanın zaman tünelinde çocukluktan yaşlılığa doğru ilerlerken bildiği ölüm gerçeğine rağmen zamandaki mahkumiyeti ve nereye götürüldüğünü bilmemesi gibi.

Kitapta “Kapolar” dedikleri suçlular tarafından seçilen vekiller; suçlulara karşı gardiyanlardan daha katı davranıyorlar ve tutukluları SS adamlarından (Hitler’in subayları) da daha acımasızca dövüyorlardı. “Bu Kapolar elbette kişiliği böyle bir işe uygun olan tutuklular arasından seçiliyordu ve kendilerinden bekleneni yapmadıkları takdirde anında görevden alınıyorlardı.”

Kapolar deyince aklıma günümüzde eline yetki, yönetim verilen kifayetsiz, liyakatsiz, her köşe başını başkalarının hakkını yiyerek tutmuş, emeksiz , çabasız koltuklar verilmiş insanlar geldi. Bu işler için özellikle vicdani ve insani duygulardan uzak olanlar seçiliyordu ki insanları korkuyla yönetsinler ve yeterince acımasız olabilsinler. Kraldan çok kralcı dediğimiz bu tiplerin örnekleriyle karşılamayanımız yoktur. O makamlardan, mevkilerden düşmemek için sayesinde oraya geldikleri insanların önünde el pençe divan durup  kulu kölesi olurlar.  Onlardan aldığı emirleri sorgulamadan yerine getirirler. Ve halkı  ezebildiği oranda görevde başarılı sayılır ki korkunun hakimiyetiyle başarılı olabilsin.

Victor Frankl kampa girdiğinde paltosunun iç cebinde bilimsel yazılarının olduğu el yazması bir tomar kağıdı korumak ister, hayatının çalışması olduğunu Kapolar’dan birine söyler. Aldığı cevap “Bok!” olur. “O anda açık gerçeği gördüm ve ruhsal tepkimin ilk evresinin doruk noktası olan şeyi yaşadım: Geçmişimin tamamını dışarıda bırakmıştım”

Ve günümüzde özgür olduğumuzu sandığımız yaşamlarımızda da durum aynıydı. İnsan emeğini, onurunu aşağılayan, hiçe sayan, sizin bir hayatınız olduğunu düşünmeden zamanınızın çoğunu kendi işi için kullanan sermaye sahipleri, değerlerini unut ve sadece benim için yaşa düsturuyla insanı köleleştirmekte, ona eğlence, sanat, hobi, dinlence ve sevdikleri için vakit bırakmamaktadır.

669 Çocuk ve İnsan Derisinden Abajur başlıklı yazımızı okumak isterseniz şurada…

Auschwitz Kampı’nda hasta ve iş yapamayacak olanlar krematoryuma ölüme gönderilir, sağlıklı ve çalışabilecek durumda olanlar da karda, kışta, soğukta en ağır işlerde aç, susuz, uykusuz bir şekilde çalıştırılırdı. Corona vakasını düşündüm sonra. Hasta ve yaşlıların krematoryuma gönderilmesi gibi korkunç bir salgın yaşıyordu dünya. Çoğu insan işe yaramadığında Gregor Samsa gibi  bir sabah kendini dev bir böceğe dönüşmüş olarak buluyordu. Ve asgari ücreti belirleyenler, en ağır koşullarda çalışan işçilerin, açlıktan ölmeden bir ay yaşamasını hesaplıyorlardı kuruş kuruş.

“Hastalardan birisi öldükten sonra, her ölümle birlikte defalarca tekrarlanan aşağıdaki sahneyi coşkusal bir alt-üst yaşamaksızın izledim. Tutuklular , teker teker hala sıcak olan cesede yaklaştı. Birisi patates ezmesinden arta kalanları kaptı, bir diğeri tahta takunyalarının kendisininkinden daha iyi olduğuna karar verip değiştirdi. Üçüncü bir tutuklu ölünün paltosuna el koydu.”

Ölen yakınlarının acısını yaşamadan geriye kalan mal varlığına konmak için birbirine giren insanlar geldi aklıma. Orada çaresizlikten, dışarıda açgözlülükten kaynaklanan bir talan vardı. 

Gardiyanlar tarafından tutukluların olmadık yere tekmelenmeleri, öldüresiye dövülmeleri, sudan bahanelerle sopayla tutukluların kafalarına vurmaları, olmadık küfürlerle hakaret etmeleri zamanla sıradan bir olay haline gelse de  Dr. Frankl şöyle der. Bu tür durumlarda insanı en çok yaralayan şey fiziksel acı değil, haksızlığın, mantıksızlığın verdiği ruhsal ızdıraptır.”

Sonrasında sözlü ve fiziki şiddete maruz kalan tüm canlıları düşündüm. İnsan için en ağırı fiziksel acıdan çok ruhsal acıydı gerçekten. Mantıksızlığın verdiği ruhsal acıysa iktidarda olanların adaletsizliğinde, yönetenlerin anlamsız yasaklarında, fikir özgürlüğünün engellendiği her alanda bizi içten içe kemirmeye devam ediyordu.

Frankl bir gün eksi on yedi derece soğukta su boruları döşemek için sertleşmiş toprağı kazmak için ormana götürülür. Başlarındaki usta ona hakaret etmeye ve tekmelemeye başlar. “Nesin sen, domuz!” diye sorar. “Doktorum”, dediğinde adam daha da hırçınlaşır ve üstüne atılarak onu yere vurur. “Bahse girerim ki bu işten yükünü tutmuşsundur.” der. Bu olaydan sonra doktor, kendisini asıl yaralayan şeyin yaşamım hakkında hiçbir fikri olmayan kaba ve hayvanca görünen bir adamın yaşamımı yargılamasını dinlemek zorunda kalmak, der.

Günümüzde de  güç;  cahilliğin, kabalığın, vicdansızlığın eline geçince eğitimli insana olan kin ve nefrette sınır tanınmıyordu. Hala renginden, dininden, ırkından, dilinden dolayı insanlar aşağılanıyor, ayrımcılığa uğruyor, sesini çıkarması istenmiyordu.

Kurgulanmış bir kampın sınırlarında sistemin bize dayattığı kurallar içinde arada gökyüzüne arada hayallerimize bakarak özgürleşeceğimiz günü ömrümüzü tükete tükete bekliyoruz.

Yine de kitapta bahsedildiği gibi sığınacağımız cümlelerimiz olsun istiyorum.

Geleceğe inancını yitirme!

Mizah kendini koruma savaşında ruhun bir başka silahı. Mizah duygunu koru!

Yaşamak için bir nedeni olan kişi hemen her nasıla katlanabilir. (Nietzsche)

Beni öldürmeyen şey beni daha da güçlü kılar.(Nietzsche)

Acını kendi görevin olarak kabul et! Kimse senin yerine o acıyı çekemez.

Acının içinde anlam ara!

FATMA KOŞUBAŞI

fatmakosubasi@gmail.com

Dünyalılar

Sitede yayınladığımız son yazılara göz gezdirmek isterseniz şurada.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu