İnsanın doğayı tahakküm altına almaya mahkûm olduğu anlayışı, kesinlikle insanlık kültürünün evrensel bir özelliği değildir.
Her şeyi bir yana bıraksak bile, bu anlayış, ilkel ya da yazı-öncesi denilen toplulukların bakış açısına tamamen yabancıdır. Kavramın çok tedricî bir biçimde daha geniş bir toplumsal gelişimden —insanın insan üzerindeki gitgide artan tahakkümünden— ortaya çıktığı ne kadar vurgulansa azdır.
Başlangıçta mevcut olan eşitliğin hiyerarşik sistemlere dönüşerek bozulması, kabile topluluklarının dağılarak kentlerin ortaya çıkması ve nihayet toplumsal idarenin devlet tarafından gasp edilmesi; bütün bunlar yalnızca toplumsal yaşamı değil, aynı zamanda insanların birbirlerine karşı tavırlarını, insanlığın kendine bakışını ve nihayet doğal dünyaya karşı tavrını derinden değiştirdi. Birçok şekilde, hâlâ bu büyük ölçekli değişikliklerle ortaya çıkan sorunların acısını çekiyoruz.
Tahakkümün bugünkü insanın en içten düşüncelerini ve en ufak eylemlerini ne dereceye kadar biçimlendirdiğini belki de yalnızca bazı yazı-öncesi toplulukların tavırlarını inceleyerek ölçebiliriz.
Organik kültürlerde baskıcı ve tahakkümcü değerlerin yokluğu belki de en iyi Dorothy Lee’nin incelediği bir halk olan Wintu yerlilerinin sözdizimi kurallarında ortaya çıkar.
Lee, modern dillerde genellikle baskıyı ifade eden terimlerin Wintu sözdiziminde işbirliği davranışını belirtmek üzere düzenlendiğini belirtir. Örneğin bir Wintu anne bir bebeği gölgeye “götürmez”, onunla “birlikte gider”. Bir şef halkını “yönetmez”, onlarla “birlikte durur”.
“Bizim gibi ‘bir kızkardeşim ya da bir oğlum veya kocam var’ demezler, daha doğrusu diyemezler” gözleminde bulunuyor Lee. “Bizim sahip olma olarak ifade ettiğimiz şeyi onların genellikle ifade etme biçimleri birlikte yaşamak ve bu terimi saygı duydukları her şey için kullanıyorlar; örneğin bir adamın yayı ve oklarıyla birlikte yaşadığı söylenebiliyor.”
“Birlikte yaşamak” tâbiri yalnızca kişiye yönelik derin bir karşılıklı saygı duygusunu ve bireysel iradeye verilen büyük önemi ima etmekle kalmıyor; aynı zamanda birey ile grup arasında derin bir birlik duygusu olduğunu belirtiyor.
Bu olgunun kanıtlarını fazlasıyla bulmak için Amerikan kızılderililerinin yaşamını incelemekten başka bir şeye gerek yok. Geleneksel Hopi toplumu tamamen grup dayanışmasına yönelikti. Tohum ekmekten yemek hazırlamaya kadar topluluğun hemen hemen tüm temel görevleri işbirliğiyle yapılıyordu. Çocuklar da yetişkinlerle birlikte bu görevlerin çoğuna katılıyorlardı. Her yaş düzeyinde, birey topluluğa karşı bir sorumluluk duygusuyla doluydu.
Bu grup tutumları öylesine kapsayıcıydı ki beyazlar tarafından yönetilen okullara yerleştirilen Hopi çocukları rekabete dayalı oyunlarda puan kazanmaya büyük güçlüklerle ikna edilebilmişlerdi.
Murray Bookchin. Özgürlüğün Ekolojisi: Hiyerarşinin Ortaya Çıkışı ve Çözülüşü