Hoşgörü bitti. #suriyelileri pistten alalım!
Bitirmek için bütün vaktimle üzerine eğilmem gereken bir tezim var. Ama Tanpınar’ın dediği gibi “Türkiye evlatlarına kendinden başka bir şeyle meşgul olmak imkanı vermiyor.” O sebeple vaktimi benden çalan konuyu yazma ihtiyacı hissediyorum. -Kendimi sakin tutabilmek için yazıyorum.- Benim en fazla vaktimi çalıyor, bugün sadece vaktimi çalıyor, yarın hayatımı çalabilir. Çünkü; bir tek kişinin bile hayatının tehlikede olduğu toplum, hiçbir güvenliğin teminatını veremez.
#Suriyeliler konusunda yazmak değil niyetim, çünkü yazımı bitirene kadar bile #Suriyeliler konusunda söylem değişebilir, gücü elinde tutan birinin lafına bakar! Dün “ensar-muhacir, ümmeti muhammed, başım gözüm üstüne, bizim insanlığımıza, soyumuza da bu yakışır” der diskur. Bugün diskurdan gelenlere göre öyle bir linç başlar ki küfürden tek kelime seçilemez. Olmaz mı olabilir, oldu, yine olacak. O sebeple #Suriyeliler konusunda anlık söylemlere takılmamak gerektiğini anlatmaya çalışıyorum. #Suriyeliler denildiği zaman işaret edilenin ne olursa olsun bir insan kümesini işaret ettiğini söylemek istiyorum. Bu basit gerçeği tane tane dile getirmeli, yaymalıyız diye düşünüyorum: SURİYELİLER İNSANDIR.
#Suriyeliler kim? Suriyeliler din, dil, mezhep, örf, adet, erdem vs gibi farklı özelliklere sahip, tek ortak özellikleri aynı coğrafyanın insanı olmak olan bir topluluk. Bizim gibi. Söylemler değişse de değişmeyen bir şey var, benim söylemim 5 dakikada anlamsızlaşsa da söylemime konu ettiklerim hâlâ insan. Gönüllü bir eylem biçimi olarak; öncelikle Suriyelilerin ve tüm öteki grupların insan olduğunu hatırlatmalı ardından, zaten zayıf olan grubu hedef noktası yapan art niyetli okları tespit etmek için toplumsal bir bakış açısı üretmeliyiz.
İşaret edilen #Suriyelinin ismi yok. Ranya, Zeyna, Celil değil, Suriyeliler! Kendini #Türkler, #Müslümanlar kümesi altında gösterilen birçok eyleme yakıştırmayan, genellemelerin azizliğinden çokça yara almış bir millet olarak, koskoca bir insan topluluğunu tek bir küme altına ne kadar da kolay sıkıştırabiliyoruz. Kitlelerin altında kaybettiğimiz insanlığımız için, acilen tek tek şahıslara, onları tanımaya, isimlere dönmemiz lazım diye düşünüyorum.
O zaman Suriyelilere ve ismi olan Suriyeli mültecilere dönelim. Şahit olduğum Suriyelilerin, kincisi, mülayimi, öfkelisi, şefkat dolusu var, var anam var, nasıl bir mahallenin insanlarının zibilyon çeşidi varsa onların da var. Peki “Özgür içerik paylaşım ağı” olan Twitter’da ne var? Twitter’da her gün #Suriye konulu bir tag ilklerde yerini alıyor. Yorumlar; şiddet, küfür, linç içeriyor. Birçok hesap sırf bu nefreti boşaltmak için açılmış gibi, elinden alınmış bir hakkı savunur, sesini yükseklere duyurmak için çırpınır gibi organize bir çaba, ama dil asla mağdur dili değil.
Ne oldu? Ne bitti? Ah! Hoşgörünüz mü bitti, e biter tabii, “hoşgörü de bir yere kadar” olan bir şey sonuçta, tükenmez bir şey değil ki. Daha sıkıntılısı ha deyince gidip bakkaldan da hoşgörü alamıyoruz. Hoşgörü küçük esnafların arka odalarında üretip, tezgaha koyabildikleri bir şey değil çünkü. Hoşgörü daha tepeden, daha üstten dağıtılan bir şeye benziyor. Bize küçük esnafların arka odalarında üretip çoğaltabildikleri bir kaynak lazım. Bize bireyin/öznenin kendi kendine dayanabileceği, çözüm üretebileceği bir kaynak lazım. O da asla hoşgörü değil, olsa olsa sağduyu olabilir gibi geliyor. Hoşgörü sınırları, ölçütü olan bir şey, sanki “Size ne kadar, kime kadar hoşgörü lazım ablam?” deyip tartıp veriyorlar, “Falan mahalle, size kendi mahallenizi hoş görecek kadar hoşgörü veriyorum, hadi hoş-görün!”, “Felancalar olarak bize de oradan kendi dinimizden olanları hoş-görecek kadar hoşgörü verir misiniz?” –“Hoop buyrun bakalım!” “Size de sadece sizin ırkınızdakileri, size sizin cinsiyetinizdekileri, size sadece okumuşları, size sadece etyemezleri, size sadece et yerleri hoş görecek kadar..” Herkese her şeye yetecek kadar hoşgörü? YOK! Hoşgörü herkesi bir potada kavrayabilecek, herkesin üstünde yükselebilecek bir kavram değil çünkü. Hoşgörü kapsayıcı bir kavram değil, parçalayıcı bir kavram. Hoşgörünün çizdiği resimde sen ve öteki var, ötekinde bir yamukluk var ve sen bunu hoş görensin, lütfedensin. Hoş görebilmek için sanki daha yukarıda olman gerektiğini söylüyor, farklı sınıflar çiziyor. Hoşgörü başlı başına bir inceleme konusu. Şimdilik sadece şunu söylemek istiyorum; hoşgörü gerçekleşmek için bir bağlama ihtiyaç duyar, bağlam, hoş gören için değerini yitirince de çalışmadığı halde yük olan bir metal yığınına döner. (20 yıldır aynı sıcaklıkta bir bağlama değer atfeden kaç kişi var? Bağlamlara aitliğimiz kat’a değişmez, diyebilen kaç kişi var?)
Peki sağduyu ne? En genel tanımıyla; “Doğru, gerçekçi, akla uygun ve yerinde yargılar verme yeteneği.” Twitter saldırıları, acilen sağduyu geliştirmemiz gerektiği yönünde alarm veriyor. Yanlış haberler ve yanlış haberler üzerinden yükselen nefret söylemleri için kökten bir çalışma yapmamız lazım; sağduyu geliştirme atölyeleri, sağduyu sohbetleri, sağduyu çalışmaları. Nefret edenin, nefretinin sebebini yok saymak değil bu, aksine o sebebi görüp, o sebebin gerçek müsebbibini göstermekten bahsediyorum. ‘Kitlelerde’ birikmiş bir nefret var ve en zayıf halka olduğu için bugün bu nefret #Suriyelilere boşalıyor, ama kimin nefret odağı olduğu, her an değişebilir. Hiçbirimiz nefret karşısında diğerinden daha güvende değiliz. Düzene biriken öfkenin, zaten güçsüz olana boşaltılması yeni bir şey değil, ama artık çözüme geçmeli, bozukluğun sebebi kimse ona düzelmesi gerektiğini belirtmeliyiz. Biriken gücü sağduyudan ve eleştirel düşünceden yararlanarak düzen dönüştürücü güce çevirmeliyiz. Bu şartlarda nefretin işaret ettiği yanlış göstergeleri, doğru bilgi ile geçersiz kılmak sosyal hizmettir. Teyid.org bu konuda hizmet veriyor.
Bu noktada doğru bilgiye ulaşmayı bir gaye haline getirmek de gönüllülere düşüyor. Çünkü asla #öfkeliler şeklinde bir kümeye sıkıştıramayacağımız, mutsuz, tatminsiz ve kırılmış insanlardan oluşan bir topluluk var. Bu topluluk içinde bulunduğu durumdan o kadar nefret ediyor ki, önüne servis edilen bilgiyi sorgulamak yerine hemen çatalı bıçağı eline alarak, servis edileni parçalamak suretiyle rahatlamak istiyor. Ama daha fazla kimseye yazık olmadan öfkeli öznelere, ‘öfkenin muhatabı Suriyeliler mi?’, ‘seni iş imkanı olmayan bölümlere gönderen, niteliği olmayan okullarda okutan, üç kuruşa çalışmak zorunda bırakan Suriyeliler mi?’ diye sormak, bu sorudan kaçmasına mani olmak gerekiyor.
Ne #suriyeliler ne #suriyelilerle yaşamak zorunda bırakılmış #türkler diğerinden daha mutlu olmadığı için başka bir yol aramak zorundayız. Ama bu bir kere zorunlu göçe maruz bırakılan insanları tekrar zorunlu göçe maruz bırakmak gibi bir yol değil, insanca bir yol olmalı.. Şu anki tabloda, öfkeye sebep olan sorunları çözmekten çok uzağız. Suriyeliler giderse, yarın tecavüzlerin, cinayetlerin durmayacağını, işsizlerin iş başı yapamayacağını fark ettirmek zorundayız. Çünkü bunların doğrudan sebepleri onlar değil, doğrudan sebebin kim olduğunu sormayı öğrenmeli, öğretmeliyiz. Irkçılık ya da başka herhangi bir ayrımcılığın halkı beslediği hiç görüldü mü, zaten yoksul olan iki kesimin birbiri ile kavgasından birinin zengin çıkma ihtimali var mı? Yok, çünkü sermaye orada değil. Yoksulların arasındaki kavga, zaten orada olmayan bir şey üzerinden, insanları birbirine kırdırarak, o olmayan şeyin nerede olduğunun peşine düşmelerini engellemeye yarıyor..
Aslında yoksulun elinde olmayan ve Suriyeli ile paylaşmak istemediği şey ne? Sahadan bir anı anlatayım: 2016 yılında kıyafet yardımlarını ihtiyacı olan ailelere ulaştırmak için bir mahalleye gittik. Bebeği olan Suriyeli bir ailenin adresi var elimizde. Ailenin babasının adı Atıf’tı sanırım, adrese geldik. Yerden yüksekte bir evdi. Tam iki katlıydı diyemiyorum, evin aslı üst kısımdı ama altta da içine girilebilen bir alan vardı, zorlayınca kapısı gözüküyordu. Ama asla 2 katlı bir ev, alt katta da bir daire var demezsiniz. Kapıda bir adam duruyordu. “Atıf Bey’i arıyoruz.” dedik. Yüzündeki ifadeyi keşke anlatabilsem. “Yok burada öyle biri.” dedi. Sokağın altını üstüne getirdik, tekrar aynı evin önüne geldik, çünkü adres burayı işaret ediyordu. Zaten adam da bu süre zarfında gözünü kırpmadan rahat bi 7-8 kişinin Atıf Bey’i arayışını izliyordu. Adamın tavrından şüphelenip bahçeye doğru girmeye çalıştık, buranın arkasında bir yerde bir Atıf Bey olmalıydı. O yerden yüksek evin altında sağ tarafındaki kapıyı bulduk. Orada biri oturuyor olabilir miydi, adamın alt katı hatta evinin parçası olan yerde biri otursa bunu söylemez miydi? Adam o tarafa gittiğimizi, bulduğumuzu anlayınca ancak tekrar bizimle diyaloğa girdi:
“Dur nere gidiyorsunuz”
-“Burada biri yaşıyor mu?”
-“Hayır, Suriyeliler var sadece.”
-“E onu arıyoruz.”-
“Bey demeyeceksin o zaman, ne beyi!”(aşağılayıcı cümleler silsilesi.)
Evinin ambarını kiraya verirken rahatsız olmamıştı, bizim Suriyeli Bey’e, bey dememize rahatsız olmuştu. Buna benzer çok örnek gördüm sahada, yardım etmene değil yardım etme tarzına tepki veriyordu. Suriyelilerin var olması değil, var olma biçimleri rahatsızlık veriyordu. Bey olmasın, tatil yapmasın, nargile içmesin, uzanmasın, gülmesin. Yoksa ucuza çalıştırırken, barakayı 700-800’e kiraya verirken, ikinci eş olurken kalsın. Afrikalı, Senegalli gibi kalsın, bak onlar hiç denize girmiyorlarmış, biz üstün hanımefendileri rahatsız etmek istemiyorlarmış. Pardon, bu hangi gücün istenci! Bu kimin köle ihtiyacı. Twitter’da çokça paylaşılan Afrikalı insanlara ait olduğu iddia edilen röportajlarda, ev sahibini kızdırmamaya çalışan, diken üstünde nefes alan misafir Afrikalı imajı, ev sahipleri tarafından takdirle paylaşılıyor. Ama eğer Afrikalı insanlar yıllardır Türkiye’de yaşayıp saatçilikten öte bir düzen kurma, denize girme hakkı bulamadılarsa kendilerinde, bizim durup onlara yetecek hoşgörümüz yok muydu diye düşünmemiz gerekir.
Görüldüğü üzere durum okumalarında bilgi ile hareket edilmiyor, yargılar bilgi temelli oluşturulmuyor, geriye; saf duygularla hareket etmek kalıyor. (Duygu tam karşılar mı emin değilim.) Duyguları yöneten birçok şey var ama iki tane temel tespitimi söylemek istiyorum: Birincisi, dönemin hükümetine olan kızgınlığını hükümetin değdiği alanlardan çıkarmak. Dönemin hükümetini sevmediği için #suriyelilerin hükümetin objesi olduğunu düşünmek ve onları da sevmemek. İkincisi de hiçbir surette devlete laf söylemeyip, nesneleştirdiği insana yüklenmek. Sokakta yürüyen #suriyeli bireye sanki askerleri o Afrin’e göndermiş gibi bilenmek. Ama nasıl bu sana sorulmadıysa, bana sorulmadıysa, ona da sorulmadı. Muhtemelen o çıkmasaydı da ülkesinden, yine Afrin’e girilecekti, sadece o da orada ölmüş olacaktı, bu kadar.
Herhangi bir öteki konusunda da yaygın olduğu gibi #suriyeliler yorumlarında da baskın olan iki tavır var: ilki “suçlu” olarak görmek. “Bunlar suç unsuru teşkil ediyorlar, gitsinler.” Bu durumda aklıma “My name is Khan and I’am not a terörist” repliği geliyor. İkinci tavırsa “kurban”lar olarak görmek; savaşın kurbanları, zulmün kurbanları, insanlık adına ya da başka hangi değerimiz varsa onun adına acımalı, merhamet etmeli ve onları ‘misafir olarak’ evlerimize almalıyız. Suç unsuru olarak gören tavır baştan sorun olarak belirse de, kurban odaklı düşünen tavrın sorunlu yanı çoğu zaman bir müddet gizli kalıyor. Ama illa bir yerde o da bitiyor, patlıyor ve asıl hengame orada başlıyor. Biçimsel olarak küfretmese de nefret cümleleri kullanmasa da dün, ensar-muhacir diyen kaç ablamız, abimiz bugün, “misafir demiştik, artık gitmeleri lazım ya da kamplarda, belli sınır içinde yaşamalılar” diyor. Halbuki ensar-muhacir, ev sahibi-misafir değildir, çünkü İslam inancına göre; “Mülk Allah’ındır” ve tek ev sahibi Allah’tır. Ama yaygın olarak ensar-muhacir tavrı da karşımıza evsahibi-misafir olarak çıkmakta ve ev sahibinin tahammülünün bittiği yerde patlak vermektedir. Velhasıl, “Kurban” mottosundan beslenerek tavır alan grubun, “suçlu” görenlerden tek farkı, tavır değiştirdikleri zaman, bunu vicdanlarını rahatlatacak bir çerçeveye oturtuyor olmaları. Kurban ya da suçlu olarak görmenin sonu var arkadaşlar, bir yerde tıkanıyor, patlıyor. Bu sebeple özerk bir bakış açısına ihtiyacımız var. Karşımızdakini etiketlerinden bağımsız olarak görmemizi sağlayan, onun tavırlarını sadece kendi özelinde değerlendirip, bir yargıda bulunmamızı sağlayan bir bakış açısına ihtiyacımız var.
Kurban ve suçlu bakış açılarını çokça gördüğüm bir algı testi var. Üç yıldır dinamikleri birbirinden farklı gruplarla bir araya gelip, “Mülteci deyince aklınıza gelen ilk 5 kelimeyi yazar mısınız?” diyorum. İlk başta; “ümmet, acı, keder, savaş, çocuk, mazlum, zalim, bot” gibi şeyler çıksa da, şimdi işin rengi değişti. Yine, “zor, savaş, sınır” kelimeleri ağırlıklı olsa da, bu yıl daha önceki yıllar da girmeyen kelimeler girdi, hem de liseli erkek gruplarıyla yaptığımız çalışmalarda ilk sırada bu kelimeler yer alıyor: “nargile, jöle, abaza”. Kelimelerin seyri de ayrı bir inceleme konusu. Yıllardır her seferinde ortak olarak eksik olan bir kelime var, asla ilk algıda çıkmayan kelime: İNSAN. İnsanı sadece insan olarak tanıyamaz mıyız? Bağlamsız bir tanışıklığa müsaade etmez mi algılarımız?
Nefreti perçinleyen yanlış politikalar var ve bunlar sadece devlet politikası da değil. Bazı STK’lar da kaş yapacağız derken göz çıkarıyorlar. Büyük çocuğu haset ettirmeden küçük çocuğu sevmeyi öğrenemeyen dedelerin zararını görüyoruz. Bir anı daha anlatayım sahadan. Bu söylemlerimi tartışarak içinde bulunduğum dayanışma ağının Suriyelilerle çalışmak gibi bir ayrımı yok, sokakta kim varsa onunla oynarız. Çünkü oyun adam seçmez, oyun ırk seçmez, oyunda herkes önce oyuncudur, sonra iyi ya da kötü oyuncudur. Bir mahalleye gittik, projemiz mahallede kim varsa hep birlikte “Farklı ama Birlikte” oynamaktı. Top oynayan çocukları gördük, aralarına katılmak istedik. Bizi pek iplemediler, diyaloğa girince de
“Abla biz Türk’üz” dediler.
“Ee?”
“Suriyelilere gelmediniz mi?”
Bütün gün dinledik çocukları, mahalleye gelen giden, sürekli Suriyelilerle ilgilenen gönüllülere dair o kadar doluydular ki. Atıf Bey vakasını hatırladım, sanırım bir şekilde ev sahibine “Pardon Beyefendi, Atıf Bey burada mı oturuyor” demeliydik. Niyetimiz bu değildi, biz gidip başkasının mahallesinde Suriyelileri iki hoş-gördük, döndük, onları mahallenin kırılganlık nesnesi olarak bıraktık. Tüm bu hatalar da, alana dair yeterince kuramsal okuma yapılmadan, kırılganlıklar ve daha birçok konu üzerine beyin patlatmadan, alanda derinleşmeden, “iyi niyetle” ve duygusal motivasyonlarla saha çalışması yapmanın da etkisi var diye düşünüyorum.
Bugün ümmetçilikten tuttun, yarın milliyetçilikten; öteki gün cinsiyetçilikten, ya bir gün sen bu tuttuklarından vazgeçersen, ya bütün değerlerin değersizleşirse? O zaman TV karşısında çekirdek çitleyerek mi izleyeceksin yok oluşumuzu? Burada yanlış anlaşılmasından çekindiğim bir nokta var, hiçbir değere değersiz demiyorum. Ama kimsenin de bir ömrü aynı değer düsturuna göre yaşayacağının garantisini göremiyorum. O sebeple ne olursa olsun değişmeyen ve hepimizi içine alan bir yerde buluşalım diyorum. Müslümanım, ama sırf ben Müslümanım diye dini hassasiyeti olmayan bir Suriyelinin benim yanımda namaz kılıyormuş gibi yapmasını, ya da bana sevimli gözükmek için manasını bilmediği amblemlerden oluşan formayla gezmesini istemiyorum, zaten onu görmek için bunlara ihtiyaç duymuyorum.
Ben hoş görmek istemiyorum hiçbir şeyi, kimse de beni hoş görsün istemiyorum. Varsa bende hoş olmadığını düşündüğü bir şey, söylesin, neden öyleyim, anlatayım; beni ben olduğum için sevsin ya da sevmesin, bir bağlama ait olduğum için değil. Yoksa bir gün kucak açıp “Geel!” der, diğer gün kamyonlara doldurur. Hayat taşıyan herkes, bir müddet sonra bu tavra bir tepki doğurur. Çünkü burası dünya, burası ülke, burası yaşam alanı, burası mücadele alanı. Burası sahnesinde renkli ışıkların kaçıştığı bir düğün salonu değil, Suriyeliler de rahatça pastamızı yemek için, oynasın diye sahneye bıraktığımız çocuklarımız değil, oyuncaklarımız hiç değil. Dahası, o kaçışan şeyler de düğün ışıkları değil, savaş bombaları. Zaten bizim yediğimizi sandığımız şey de pastanın aslı değil, en fazla maketi.
Bugün Suriyeli, yarın başka bir şey, kümelerin adı hep değişiyor. İçindekilerin, öteki olma sebepleri de değişiyor. Ama insan oldukları değişmiyor. Sadece insanlar değil, yeryüzü de, hayvanlar da, bitkiler de, tarih de, kurban ya da suçlu olmak suretiyle dönemin ötekileri olabiliyorlar. O sebeple sağduyu geliştirmeli, eleştirel bir bakış açısı kazanmalıyız. Hiçbir var olanın yaşam hakkını elinden alıp almama, üstünlük kurma, oyuncak etme gibi hakkımız var mı onu tartışmalı, cevabını politik diskur ne kadar değişse de, her daim içimizde bulabileceğimiz bir kaynağa çevirmeliyiz. Yaşam hakkının ve saygının köklü bir kaynaktan gelmesi için tüketilebilir hoşgörüye değil, geliştirilebilir bir sağduyuya ihtiyacımız var. Hepimiz için, daha yaşanılır bir dünya için.
Efruze Esra Alptekin
Dünyalılar