Toplulukların ve onu oluşturan bireylerin kendilerine tanınan özgürlüklerin yükü altında ezilmesi mümkün mü? Ve aslında hayatın her alanında sürekli olarak aradığımız özgürlüklerden kendi elimizle vazgeçebilir miyiz?
Ünlü Alman psikanalist ve filozof Erich Fromm’un kendisi kadar meşhur “Özgürlükten Kaçış” adlı bir kitabı var. Özet olarak, bizimki gibi kapitalist toplumlarda bireylerin yalnız kalmamak, ötekileşmemek, elindeki temel özgürlüklerin kendisine verdiği psikolojik baskıdan kurtulmak adına bu özgürlükleri “onun yerine ve onun için” kullanacak bir üst otoriteye doğal olarak teslim edeceğinden bahsediyor.
Bireyselleşirken yalnızlaşmamızın, yalnızlaşırken çaresizleşmemizin, çaresizleşme sonucu etrafa ayak uydurma çabalarımızın ve en sonunda dayanamayıp, seçtiğimiz bir otoriteye “Al kardeşim sen benim yerime karar ver” diyebilmemizin sebebini, kendimizi özgür hissettiren ama aslında sanal olan bazı özgürlüklere bağlıyor.
Ne mi bu sanal özgürlükler?
İnsanın özel ya da toplumsal ilişkilerinde bulduğu güvenlik ve onaylanmalar ardında, iş yaşamındaki başarıyla, çeşitli oyalanmalarla, “hoşça vakit geçirmek”, “ilişkiler kurmak”, “sağa sola gitmek” gibi etkinlikleri yapabilmekte bulduğu özgürlükler…
Şaşırmış olman muhtemel çünkü bunlar bizim en çok peşinde koştuğumuz özgürlükler değil mi?
Özgürlüklerden Kaçış
Kitaptan bazı alıntılarda Türkiye’nin içinde bulunduğu durumu bire bir bulmak çok mümkün.
• Karanlıkta ıslık çalmak ortalığı aydınlatmaz. Yalnızlık, korku ve ürküntü olduğu yerde kalır; insanlar “olumsuz özgürlüğün” yükünü sürekli taşıyamazlar.
Günümüzde var olan temel toplumsal kaçma yolu, faşist ülkelerde olduğu gibi bir öndere boyun eğmek ve demokrasimizde görüldüğü üzere zorunlu uyum sağlamak, razı olmaktır.
Gündem bambaşkayken sürekli olarak bölünmüş yolları, köprüleri ve daha alakasız birçok şeyi tekrar tekrar duyman tesadüf veya gaf mı zannettin?!
• Bugün seçmenler, sanayideki dev örgütler kadar uzak ve etkileyici olan dev partilerle karşı karşıyalar. Konular karmaşık, konuları bulandırmak için uygulanan çeşitli yöntemler onları daha da karmaşık hale getiriyor. Reklamın müşteri üzerindeki etkisi gibi, siyasal propaganda yöntemleri de, seçmen bireyinin önemsizlik duygusunu arttırma eğilimindedirler.
Sloganların tekrarlanması ve asıl önemli konuyla uzak yakın ilişkisi bulunmayan etmenlerin vurgulanması, bireydeki eleştiri yetilerini köreltir.
İnsanlar nasıl ve hangi sebeplerle birbirine kenetleniyor; bir hiç gibi hissettirilen kesim neden bir yere ait olmak istiyor merak mı ettin?
• Bireyin içinde kaybolduğu kentlerin büyüklüğü, dağlar kadar yüksek olan binalar, medyadan gelen sürekli ses bombardımanı, günde üç kez değişen ve insana neyin önemli olduğu konusunda karar verme fırsatı tanımayan gazete başlıkları ve daha birçok ayrıntı, denetlenemez boyutlarıyla bireyi içine aldığında, ona bu bütünün minicik bir zerresiymiş duygusunu veren bir yıldızlar kümesini andırır. Bireyin elinden gelen tek şey, taburda bir asker ya da fabrikada yürüyen bantın başında görevli bir işçi gibi, olan bitene ayak uydurmaktır. Edimde bulunabilir, ama bağımsızlık, önemlilik duyguları çekip gitmiştir.
İşin Özeti
Hatırlaranız, seçimlerin sonuçları belirli bir kesimde şaşırmaktan da öte bir şok etkisi yaratmıştı. İşte bu şoku atlatabilenler, sakin sakin bir de bu alıntılar eşliğinde düşünmeli.
İktidar partisinin aldığı oyun yüzde 75’inin eğitim seviyesi lise mezuniyetinin altındaki seçmenden geldiğini söylediğinizde size gelen ilk tepki “Kendi halkını aşağılama kardeşim” oluyordur genelde. Oysaki eğitim seviyesinden bahsetmekteki kritik nokta şu: Eğitim seviyesi dediğimiz kavram ekonomik seviye/yaşam kalitesi ile doğrudan ilintili ve bu eğitim seviyesindeki insanlar, otomatik olarak Maslow Zinciri’nin ilk halkasına düşmektedirler. Nedir bu ilk halka? Barınak, güvenlik, yeme içme gibi fiziksel ihtiyaçlarla, aidiyet gibi psikolojik ihtiyaçları ön planda olan kesim.
Bu da bir kenara Türkiye’de bir insanın üniversitede istediği bölüme girip, mezuniyetten sonra kendi alanında bir iş bulma olasılığı “on binde 26” !..
Tüm bunların sonucunda,
Biz güveneceğimiz bir mecra aramayalım, bireysel olmayı değil de bir şeylere ait olmayı istemeyelim de ne yapalım?
Biz huzurlu olmayı, nötr yaşamayı ve hatta yuvarlanıp gitmeyi mutlu olmanın önünde tutmayalım da ne yapalım?
Biz “bu Geziciler huzur ortamını tehdit ediliyor” algısı oluştuğunda panik olmayıp ne yapalım?
Biz karar verme aşaması gelip panik olduğumuzda “eski köye yeni adet getirme” demeyelim de ne diyelim?
Ve biz birçoğumuzun yapmayı tercih ettiği gibi sanal özgürlüklerin beraberinde getirdiği ağırlıkları kaldıramayıp bunları bizim adımıza yönetecek yüksek bir otorite seçmeyelim de ne yapalım?!
Doğamız bu !
Tüm bu gerçeklere rağmen aslında yapabileceğimiz bir şey var:
Asıl hedef sonuçta sanal özgürlükler değil de insanın kendini her şeyden bağımsız serbestçe dışa vurabilmesidir.
O zaman bugünden itibaren yeniden ağırlıklı olarak sevdiğiniz şeylerle uğraşmaya dönün ve etrafınızdaki bombardımanı savuşturun.
Çünkü sanal özgürlüklerin tehlikeye düştüğü için yaptıkların ve sonucunda içine düştüğün psikoloji, seni kendini daha da kısıtlayan bir noktaya getiriyor.
Ve sonuçta başka bir yoldan da olsa Maslow’un o ilk halkasında, sadece aidiyet arayanlar arasında buluveriyorsun kendini!..
Can Gürses
Dünyalılar