“Bakır 10.000 yıldan beri mücevherat ve silah yapımında kullanılmıştır. Günümüzde, yılda 150 milyon tondan fazla bakır tüketilmektedir. 1989’da dünyanın en büyük bakır maden ocağı Güney Pasifik Adaları’ndan uzakta bir ada olan Bougainville’deydi. Bu maden ocağı binlerce kişinin ölümüne ve birçoğunun sonsuza dek yurdunu terk etmesine yol açmıştı. Birazdan izleyeceğiniz film gerçek olaylardan ilham alınarak hazırlanmıştır.”
Siyah zeminin üstünde yukarıdaki sözleri okuyarak başlıyoruz Mr. Pip’e. Devamında zenci bir kız, Matilda, Londra’daki Charles Dickens Müzesi’nden içeri giriyor ve “İnsanın evinden utanması en berbat şeydir.” Sözünün yazılı olduğu bir çerçeve ile karşılaşıyor.
Ardından Matilda’nın seslenen düşünceleri eşliğinde geçmişe, bir adaya, masmavi bir denizin ortasında, geniş kumsalları olan yemyeşil bir adaya doğru yolculuğumuz başlıyor.
“Çocukken annem bana bir uyku hasırı dokumuştu. Kötü bir kâbusun içinde kaybolursam tek yapmam gerekenin olduğum yerde dönüp hasırın dikişlerini hissetmek olduğunu söylemişti. Dikişler beni eve döndürebilecek bir araç olabilirmiş. Peki ya evde olmak bir kâbus ise?”
‘Ev’ bu, başka nereye benzer? Tozu dumana katarak yaşadığımız dış dünyadan sonra sadece kendimizle ya da sadece bizim istediğimiz, sevdiğimiz kim varsa onlarla baş başa kalabileceğimiz sığınağımız… Dilediğince ağlayabileceğimiz, avazımızın çıktığı kadar şarkı söyleyebileceğimiz, istersek çıplak dolaşabileceğimiz kalemiz… Tabii evin birden çok anlamı var. Mesela, ana dilimizi konuştuğumuz, denizini, ağaçlarını, çöp tenekesinin yanındaki kedilerini, bakkalını, fırıncısını bildiğimiz mahallemiz, köyümüz, kasabamız, hadi bir adım daha gidelim ülkemiz de bir anlamda ev…
İyi de bir insan evinden niye utanır?
Belli ki bu film özünde bu soruya cevap verecek. Soruyorum soruyu ama aslında yabancısı olmadığımız bir duygu öyle değil mi? Bırakın kendi ülkemizi, Dünya da evimiz olduğuna göre ve insanlar da ailemiz, çoğu zaman utanç duygusu taşımıyor muyuz olan bitene bakınca?
Ada, adada kalmış tek beyaz, ada halkının taktığı lakapla Pop- Eye/Patlak Göz, öğretmenleri olmayan çocuklara öğretmenlik yapmaya çalışıyor. Ve onları Charles Dickens’ın Büyük Umutlar romanıyla ve başkahramanı Mr. Pip ile tanıştırıyor. Mr. Pip Matilda’nın düş dünyasında ete kemiğe bürünüyor ve filmin içinde yaşamaya başlıyor. Matilda Mr. Pip’ten o kadar etkileniyor ki, kumsala onun adını yazıyor ve etrafını deniz kabuklarıyla süslüyor. Köyü basan askerler halkın kendilerinden Mr. Pip adında bir beyazı sakladıklarını düşünerek…!
Gerisini yazmaya gerek var mı? Eski kuşak bilir 12 Eylül döneminde evleri basıp kitapları toplayan askerlerin Vladimir Ilyiç Lenin’i kayıtlara VI. yani altıncı Lenin olarak geçirdiklerini… Cahillik dünyanın her yerinde nasıl benzer sonuçlar doğuruyorsa, cahilin uyguladığı vahşet de hiç farklı değil…
Herkes de aynı etkiyi yapar mı bilmiyorum ama benim paylaşmadan duramayacağım bir de şu diyalog var:
Öğrenci– Beyaz olmak nasıl bir şey?
Patlak Göz– Beyaz olmanın nasıl bir şey olduğunu mu yoksa burada beyaz olmanın nasıl bir şey olduğunu mu soruyorsun?
Matilda– Her ikisini de…
Patlak Göz– Dünyada kalan son mamut gibi sanırım. Aynı zamanda yalnız hissediyorum. Siyah olmak nasıl bir şey?
Öğrenci– Sıradan.
Matilda– Sadece etrafımızda beyazlar varken siyah hissediyoruz.
Patlak Göz– Evet, aynı şeyi ben de kendim için söyleyebilirim.
Bütün filmi anlatmadan bitirsem iyi olacak. Patlak Göz rolünde, birçoğumuzun Dr. House olarak tanıdığı Hugh Laurie var. Yazan ve yöneten Andrew Adamson ve 2012 Yeni Zelanda filmi Mr. Pip. İyi film, gerçekten iyi film…
Filiz Engin
Dünyalılar