Arka Bahçemiz

İnsanın ve Düşüncenin Gelişimine Bir Bakış!

İnsanın düşünce yeteneği sınırsızdır. Düşünebilmek bir őzgürlüktür ve şimdilik bile olsa engellenemez. Ancak insanlığın büyük çoğunluğunun bu yeteneğini yeterince kullanabildiğini sőylemek zordur.

EROL anar

 

Erol Anar

İnsanın fiziksel gelişimi ile düşüncenin gelişimi iç içe, diyalektik bir süreci tanımlar. İnsanların alet yapmaları ve doğaya hâkimiyet kurma mücadeleleri, insanların kendilerini geliştirmesine yol açmıştır. İnsanın kendini geliştirme mücadelesi, düşünce üretimine ve bu düşüncelerin gelişimine de zemin hazırlamıştır. İnsanın fiziksel evrimi ile düşünsel evrimi iç içedir.

Űniversitede antropoloji de okumuş bir insan olarak, insanın fiziksel ve düşünsel evrimini anlamanın, antropoloji ve felsefe arasındaki yakın ilişkiyi anlamaktan geçtiğini fark etmiştim. İnsanın fiziksel ve düşünsel evrimi arasında diyalektik bir ilişki vardır.

Ellerini özgürleştiren insan, özgür kalan elleriyle aletler yapmış ve doğayı dönüştürme mücadelesi yürütmüştür. Ateşi keşfeden ve eti pişirmeyi öğrenen insanların fiziksel yapıları da değişmiştir. 400 ya da 500 bin yıl önce ateşi keşfeden insan, bir süre sonra pişen etin çiğ etten daha lezzetli olduğunu düşünmeye başlamıştır. Uzun bir süre sonra, eti pişirerek yemeye başlayan insanın çene kasları zayıflamış ve çene kemiği de küçülmüştür. Ancak çenesi küçülen insanın, beyni büyümeye başlamıştır.

İnsan beyninin gelişmesini hazırlayan temel öğe dik yürümeye uyum olarak nitelenebilir. Ve ayrıca ateşin keşfedilmesi ve pişmiş yiyeceklerin yenmesiyle dişlerin küçülmesi ise çiğneme kaslarının azalmasına neden olmuş, bu da beynin gelişmesi için etken oluşturmuştur. İnsan beyni, son birkaç milyon yıl içerisinde gőzle gőrülür bir biçimde büyümüştür.

Marx ve Engels, Charles Darwin’in “Türlerin Kökeni”adlı kitabını okumuşlar ve kitaptaki “diyalektik materyalist” yaklaşımı beğenmişlerdir. Marx ve Engels arasındaki mektuplaşmalar, her ikisinin de Darwin’in teorisini “komünizmin doğa bilimleri açısından temeli” saydıklarını göstermektedir. Engels, Lewis Henry Morgan’ın őzellikle de “Ancient Society; Or, Researches in the Lines of Human Progress from Savagery, Through Barbarism to Civilization” başlıklı çalışmasına büyük değer biçer, “Ailenin, Ȍzel  Mülkiyetin ve Devletin Kőkeni”adlı yapıtında.

Darwin’in 1859’da yayınlanan “Türlerin Kőkeni” adlı kitabından sonra, insanın maymunlarla akraba olduğu düşüncesi de tartışılmaya başlandı. Evrim kuramını bőylece ortaya atan Darwin, bu kuramının temelini de “doğal seçilim”e dayandırıyordu.

İnsan, doğada fiziksel olarak güçsüz sayılabilecek canlılardan birisidir. Ancak bu güçsüzlüğünü, düşünsel evrimi ile gidermiş, doğaya egemen olmuş, onu değiştirmiştir. Darwin’in evrim teorisinin, birçok bilim insanına gőre eksikleri vardır, ancak bence temel olarak doğrudur; günümüzde evrim gerçeği  bilimsel araştırmalarla daha da netleşmekte ve ortaya çıkmaktadır.

Bipedalizm ve ayağa kalkan ilk insan: Lucy

İnsan, maymunlarla aynı türden geliyordu, bunlar ortak bir atadan ayrılmışlardı. Ortak bir atadan gelerek, farklı yőnlere giden türlerdi maymun ve insan türü. Darwin, insan dahil tüm canlı türlerinin doğal seçilim yoluyla bir ya da birkaç ortak atadan evrildiğini öne sürmüştür.

darwin evrimleşme

Arkaik maymunun yeni bir formu, 3.2 milyon yıl őnce Etiyopyadaki Afar Çőküntüsü’nde gezinmiştir. Australopithecus Afarensis (“Afar’ın Güney Maymunu” anlamına gelir). 1974 yılında antropologlar, “australopithecine”in 47 adet fosil kemiğini çıkardılar –tam bir iskeletin yüzde 40’ı. İnce “narin” yapısında bunun bir kadın olduğuna hükmettiler ve “Lucy” adını verdiler (her ne kadar erkek olabilse de). Boyu sadece 1.1 metre, ağırlığı ise 29 kg. civarındaydı ve őldüğünde muhtemelen 20 yaşındaydı. Küçük boyutu, kısa bacakları, uzun kolları ve ufak kafatası nedeniyle, Lucy daha çok bugünkü şempanzeye benziyor olacaktı. Ancak çok őnemli bir fark vardı: Lucy dik yürüyordu. Leğen kemiğinin ve bacaklarının şekli, -ve türün bir başka üyesinin yakın bir mesafede bulunan diz eklemi- makul şüphenin őtesinde bunu kanıtladı.[1]

İnsan ayağa kalktığından itibaren haklarını savunmaya başladı. İlk insan hakları savunucusu da yaklaşık 3 milyon őnce yaşadığı ve iki ayağı üzerinde yürüyerek ellerini őzgürleştirdiği bilinen Lucy’dir. Lucy, bence bilinen ilk devrimcidir. Ellerin serbest kalması ise, insanlık tarihinde alet yapımı düşüncesinin de yavaş yavaş ortaya çıkmasına neden olmuştur. Serbest kalan eller, iki ayak üzerinde yürüme insanı, maymunlardan farklı kılan őzelliklerinden birisi olmuştur. Ȍrneğin Australopithecuslar’un iki ayak üzerinde yürüyebildikleri bilinmektedir.

Engels, “Doğanın Diyalektiği” adlı yapıtında el’in őnemine vurgu yapar ve elin uzmanlaşmasının alet demek olduğunu, aletin de őzgül insan faaliyeti, insanın doğa üzerindeki dőnüştürücü tepkisi ve üretim olduğunun altını çizer. El ile birlikte beynin de adım adım geliştiğini őne sürer.

Engels, insana geçişte emeğin rolünü de dile getirir aynı yapıtında.

İNSAN nedir?

İnsan kimdir, sorusuna geçmeden őnce insan nedir diye sormak daha anlamlıdır. İnsan őnce kendisinin farkına varmış, fiziksel gelişimine paralel olarak düşünsel olarak da gelişmiş bir canlıdır. İnsan her şeyden őnce toplumsal ve bilinçli bir varlıktır.

İnsan nedir sorusunun sınırlı bir yanıtı olamaz, ancak bu konuda düşünce geliştirilebilir. Çünkü insan gelişimi sınırsızdır. Avrupa’dan Çin’e Hindistan’a, Mezopotamya’ya kadar binlerce yıldır bu sorunun yanıtı aranmaktadır. Hindistan ve Uzakdoğu’da bu sorunun yanıtı daha mistik ve metafizik bakış açısıyla aranmıştır.

Aristoteles, insanı “siyasal bir hayvan” olarak tanımlarken onu, bilinçli bir işbirliği durumunda bulunan bir topluluğun bir üyesi olduğunu düşünüyordu…  Hegel’e göre insanın gelişmesi “insan” ideasının açılarak kendini daha iyi bilmesi ve bu yoldan özgürleşmesidir. Böylece, insanlığın ilerlemesini kesin bir olgu durumu olarak ilk ortaya atan filozofun Hegel olduğunu söyleyebiliriz.  İnsanın ruh ve beden olarak iki ayrı tözden oluştuğunu kabul eden Descartes’cı düşüncede salt insansal niteliklerin taşıyıcısı olan ruhun maddesel bir varlığı olmadığına göre onun zaman içinde, gelişmek şöyle dursun, en küçük bir değişme göstermesi bile olanaksızdır. Kant da insanın insansal niteliklerle ilgili yanının nedensellik ve doğal zorunluluk alanının dışında kaldığını kâbul ettiğine göre onun bakımından da insanın insan olarak bir değişme ya da gelişme göstermesi olanaksızdır.  [2]

İnsan geliştikçe onun doğaya karşı yarattığı kültürler de zenginleşmeye ve çeşitlenmeye başladı. Buna bağlı olarak insanın düşünsel tarihsel mirası da zenginleşti. Ancak bütün bunların yanında hominidlerden bu yana insanda sahip olma, savaşma, şiddet uygulama eylemlerinde günümüze değin bir değişme olmadı. Sopa ile taş ile savaşan insanlardan, bomba ve nükleer güç ile savaşan insana gelindi.

İnsan belki de fiziksel olarak değil ama, düşünsel olarak insanlaşmaya, “ben neyim” sorusunu sorduğunda başlamıştır. Çünkü bu soru sorulduğunda, insan artık kendisinin diğer hayvan ve canlılardan farklı olduğunun da idrakindedir. İnsan diğer canlılardan farklı olduğunu anladığında bir şeyi daha keşfetmiştir: doğayı dönüştürme gücünü. İşte bu güç, insanın insanlaşma serüveninde belirleyici olmuştur.

“Bu soruyu gereği gibi karşılamak için, bütün bu kurgusal ileri sürüşleri metafizik ve idealist varsayımlardan arıtarak çağdaş bilimin son bulgularıyla kaynaştırmak gerekmektedir. Bu kaynaştırmayı, İnsanın en özgül yanı olan toplumsallığıyla belirleyerek, XIX. Yüzyılın sonlarına doğru, Alman düşünürü Friedrich Engels (1820–1895) başarmıştır. İnsan, doğanın ürünüdür ve yaşambilimsel evrimin sonucudur. Yaşambilimsel evrimden İnsansal tarihe geçiş emek’le başlamıştır. İnsansal emeği hayvansal çaba’dan ayıran, bu emeğin bilinç’li oluşudur. Hayvansal zekâ ve çaba, sadece doğadan yararlanmakla kalmamış, doğayı yararına uygun olarak değiştirip, ona egemen olmakla İnsanlaşmıştır. İnsan toplumsal bir varlıktır. İnsan, toplumsal ilişkilerin toplamıdır.” [3]

Engels’in belirttiği gibi, insan doğayı değiştirmiş ve ona egemen olmuştur ve onu hayvandan ayıran da budur. Bütün bunlar insanın toplumsal ilişkilerinin bir sonucu, bir yansımasıdır aynı zamanda. Marx ise, hayvanların kendilerini tekrarladığını, insanın bu yőnde hayvandan farklı işlevleri olan bir canlı olduğuna vurgu yapar.

“İnsan enerji tüketen, tarih yazan, veri toplayan, karar verip uygulayan, geçmişten aldığı derslerle (her zaman bunu başaramıyorsa da) bugününü kuran, geleceğe yönelik plan ve projeler hazırlayan bir canlıdır. Kuşkusuz her canlının bir yaşam stratejisi vardır; İnsanın ayırt edici özelliği, bu açıdan diğer canlılardan farkı, bu stratejiyi içgüdüsel olarak değil de bilinçli olarak belirlemesidir. İnsan kendine özgü değerler sistemi yaratmıştır. Çok zengin ve bir o kadar da çeşitli imgelerle karşımıza çıkar. Bizim seçtiğimiz bilimsel imge onun sahip olduğu imgelerden sadece bir tanesidir. Bugün İnsanla ilgili edindiğimiz imge bir son aşama kabul edilemez; çünkü bilim düzenli ve sürekli olarak her defasında yeni mesajlar sunmakta ve biz bunları değerlendirdikçe İnsan hakkında oluşturduğumuz imgenin zamanla değiştiğine tanık olmaktayız” [4]

İnsan gelişimi ve hakları da birbiriyle paralel olarak gelişmeye başlamıştır. Ancak insan hakları tarihine baktığımızda bu hakların gelişiminin ve insan hakları kavramının ortaya çıkışının sancılı olduğunu gőrebiliriz.

Kant ve Hobbes gibi bazı felsefeciler insanların doğuştan bencil olduğuna inanmıştır. Marx, ise bütünsel bir insan anlayışına sahiptir ve  insanı yabancılaşmamış durumuna geri dönmeye, doğayla, başka insanlarla ve toplumla yeniden birleşmeye ihtiyaç duyan bir varlık olarak görmüştür. Şőyle der:

‘İnsan tarihinin ilk öngörüsü, elbette, yaşayan insan bireylerinin varlığıdır. Böylece ilk kurulması gereken gerçek bu bireylerin fiziki organizasyonu ve öte doğayla kurduğu ilişkileridir.[5]

‘Tarih hiçbir şey yapmaz, “engin zenginliklere sahip değildir”, “savaşlar yapmaz”. O insandır, gerçek, yaşayan insan hepsini yapan, sahiptir ve dövüşür’; “tarih” insanı kendi amaçlarını gerçekleştirmek için kullanan ayrı bir kişi değildir; tarih amaçlarını kovalayan insan etkinliğinden başka bir şey değildir.” [6]

İnsan, biyo-kültürel bir varlık alanı olarak karşımıza çıkmaktadır. O, ne tek başına biyolojik bir varlık, ne de kültürel bir olgudur. İnsanın biyolojik ve kültürel çeşitliliğini ve bu çeşitliliklerin işleyiş biçimlerini inceleyen ve geliştirdiği kuramlarla bunları açıklamaya çalışan bilim dalı antropolojidir. Antropoloji, İnsanın biyolojik ve kültürel evrim süreçlerini geniş bir bakış açısı içinde ele alan tek bilim dalıdır. Sosyal bilimler içinde konusu İnsan olan nice ilgi alanları vardır; tarih, coğrafya, siyaset bilimi, ekonomi, sosyoloji ya da psikoloji bunlardan bazılarıdır. [7]

Filozof Kant, “insan nedir” sorusunu soranlardandır. Kant, a priori ve posteriori bilginin varlığını kabul ediyor; insanın kendi aklını kullanmasını aydınlanma olarak niteliyordu. Nietzsche ise, üstinsan kavramını ortaya atarak, yorumluyordu. Bu kavram, őzünde İnsanötesi arayışının bir ürünüdür.

Bakunin ise üstüne basa basa toplumsalı, bireysele üstün tutuyordu. Topluma şöyle bakıyordu: “Her insan, bireyliğinden önce gelir ve ondan sonra da var­lığını sürdürür, bu anlamda doğa gibidir. O da doğa gibi sonsuz­dur, ya da daha çok dünyamızda doğmuş olarak, dünya döndüğü sürece yaşayacaktır. Bu yüzden insan için, topluma karşı kökten bir ayaklanma, doğaya karşı ayaklanma kadar imkânsızdır; çünkü insan toplumu, doğanın bu dünyadaki son büyük gösterisi ya da yaratısından başka bir şey değildir. Ve topluma baş­kaldırmak isteyen bir birey kendisini gerçek varoluş alanının dışına itecektir.” [8]

Marx, İnsanın, araçsız olarak doğa varlığı olduğuna vurgu yapar; ona gőre Doğal varlık ve yaşayan doğal varlık niteliği ile, o bir yandan doğal güçlerle, dirimsel güçlerle donatılmıştır; etkin doğal bir varlıktır; bu güçler onda anıklıklar ve yetenekler biçimi altında, eğilimler biçimi altında vardırlar. Ȍte yandan, doğal, etten kemikten, duyarlı, nesnel varlık niteliği ile, insan, hayvanlar ve bitkiler gibi, edilgin, bağımlı ve sınırlı bir varlıktır; yani eğilimlerinin nesneleri, bağımsız nesneler olarak, onun dışında vardırlar; ama bu nesneler onun gereksinmelerinin nesneleridir; onun őzsel güçlerinin kullanılması ve doğrulanması bakımından zorunlu, őznel nesnelerdir bunlar.” [9]

Tarihsel olarak birçok filozof insanın ne olduğuna dair düşünceler ortaya koymuşlardır.

Örneğin Hobbes, insanı doğası gereği bencil, çıkarcı ve kötü bir varlık olarak kabul ederken, Rousseau’ya göre, insan doğası gereği iyi ve bozulmamış bir varlıktır. Rousseau’ya göre, doğal durumda insan özgür, iyi ve mutlu bir varlıktır. Ama sosyal-siyasal ve kültürel bir varlık olmasıyla birlikte İnsanın doğası da bozulmuş ve kendisine yabancılaşır. Liberalist öğretilerde İnsan çıkarcı, rekabetçi bir varlık olarak tasarlanırken, toplumcu-Marxist öğretilerde ise daha paylaşımcı ve dayanışmacı özelliklerle tanımlanmaktadır. [10]

Engels ise, “Doğanın Diyalektiği”, başlıklı yapıtının giriş kısmında, őzgür düşüncenin ortaya çıkışını yorumlar:

“İtalya’da, Fransa’da ve Almanya’da yepyeni bir edebiyat, ilk modern edebiyat ortaya çıktı; bundan kısa bir süre sonra, İngiliz ve İspanyol edebiyatının klasik dönemi sökün etti. Eskiorbis terrarum‘un[4*]sınırları aşıldı, dünya, gerçekten ilk kez olarak keşfedildi ve daha sonraki dünya ticareti ile el zanaatlarından manüfaktüre geçişin temelleri atıldı, manüfaktür de, büyük-ölçekli modern sanayiin başlangıcı oldu. Kilisenin, insanların, düşünceleri üzerinde kurduğu diktatörlük yıkıldı; bu diktatörlük, Protestanlığı kabul eden Alman halkının çoğunluğu tarafından doğrudan kaldırılıp atılırken, Latinler arasında Araplardan devralınan ve yeni yeni keşfedilen Yunan felsefesiyle beslenen özgür düşüncenin neşe saçan havası giderek daha çok kök salmaya başladı ve 18. yüzyıl materyalizminin yolunu hazırladı.”

İlk filozoflardan bu yana bu soru sorulmuş ve insanın kendisini tanımasının őnemi üzerinde durulmuştur. İnsanın insanlaşma serüveni, yani evrimsel çizgisi, bir noktada durmaz; bu diyalektik bir süreçtir ve insan var oldukça da devam edecektir.

Düşüncenin őnlenemeyen yükselişi

Karşılaştırmalar yapma, ayırma, birleştirme, şekilleri kavrama yetisine düşünme, bunların sonucunda ulaşılan şeye de düşünce denir. Aristoteles, düşünceyi insanı hayvandan ayıran ana fark olarak nitelerken, Descartes o ünlü sőzünde, “Düşünüyorum o halde varım.” der.

Eski Yunan’da, “Nomos basieos panton (Yasalar her şeyin kralıdır)” diyen aristokratik ozan Pindaros’a karşı, sofist düşünce akımının kurucusu Protogoras şőyle der: “Metron antropus panton (İnsan her şeyin őlçüsüdür).

Aristoteles, etik, retorik, poetika, politika gibi insani değerlerle ilgilenmeye, bunları araştırmaya başlar. İnsanı toplumsal bir varlık olarak tanımlayan filozof, onun toplum içindeki yerini ve düzenini de araştırır. Ona gőre, bilgelik, düşünme ve tutumla gerçekleşir. Ne var ki bu, düşünmeye dayanmalıdır.

Sokrates, insanı kendisini tanımaya çağırmıştır. Çünkü ziyaret ettiği Delphoi’deki Apollon Tapınağı’nin üzerinde altın harflerle,  “Kendini Bil (Yunancası:  Gnothi seauton)” yazısından etkilenmiştir.

İnsanların büyük çoğunluğu idealisttir ve metafizik biçimde düşünmektedir

İdealist düşünce ile materyalist düşünce tarih boyunca birbirleri ile çelişmişlerdir. Bugün bile insanların büyük çoğunluğu idealisttir ve metafizik biçimde düşünmektedir. İdealist düşünce, her şeyi düşünceye bağlar, düşünce dışında nesnel bir gerçekliğin var olmadığını savunur.

Materyalist düşünce anlayışı, her şeyin maddeden oluştuğunu őne sürer ve a priori olan  metafiziksel kavramları kabul etmez; buna gőre gerçek somuttur.

Marx ve Engels, kendi diyalektik anlayışlarını genel olarak Hegel’in görüşlerinden yararlanarak, onun düşüncelerini baş aşağı çevirerek geliştirmişlerdir.

Diyalektik hareketin mantığı veya hareket içindeki eylemciler için sağduyu mantığıdır. Diyalektik materyalizm ise, doğa, toplum ve bilinç olgularını evrensel bir varlık anlayışı içinde bütünler ve bu bütünlüğün aynı çelişme yasasıyla geliştiğini meydana koyar. Marx, “Kapital’de, kendi diyalektik yőnteminin, Hegelci yőntemden yalnızca farklı değil, ama onun karşıtı da olduğunu dile getirerek şőyle der:  “Hegel’e göre, “İdea” adı altında bağımsız bir özneye de dönüştürdüğü insan beyninin yaşam süreci, yani düşünme süreci, gerçek dünyanın yaratıcı gücüdür, ve gerçek dünya sadece “İdeanın” dış, görüngüsel biçimidir. Bende ise tam tersine, idea, insan zihninde yansıtılmış ve düşünce biçimlerine tercüme edilmiş maddi dünyadan başka bir şey değildir.” [11]

Politzer, idealizm ve materyalizmin, felsefenin temel sorununa karşıt ve çelişik iki yanıt verdiğini saptadıktan sonra, idealizmin bilimsel olmayan, materyalizmin ise bilimsel dünya anlayışı olduğunu tespit ederek şunları yazar: “Bu bölümü, çeşitli yorumlara yer vermeyen tek anlamlı bir vargı ile tamamlamak istersek, görürüz ki, nasıl oluyor da insan düşünüyor sorusuna yanıt vermek için, ancak, baştanbaşa farklı ve bütünüyle birbirine karşıt iki yanıt vardır:  Birinci yanıt: İnsan düşünüyor çünkü bir ruhu vardır.  İkinci yanıt: İnsan düşünüyor çünkü bir beyni vardır.” [12]

İnsanın düşünce yeteneği sınırsızdır. Düşünebilmek bir őzgürlüktür ve şimdilik bile olsa engellenemez. Ancak insanlığın büyük çoğunluğunun bu yeteneğini yeterince kullanabildiğini sőylemek zordur.

İnsan, düşünce yeteneğini geliştirdikçe, aynı zamanda onu sınırlayacak ve düzenleyecek uygulamaları, sistemleri, kavramları da geliştirmiştir.

Düşünce őzgürlüğü denildiğinde, düşünceyi őzgürce ifade edebilme őzgürlüğü anlaşılır. Düşünceyi ifade őzgürlüğünü sınırlayan en büyük erk ise günümüzde devlettir. Devlet, yasaları ile düşüncenin sınırlarını çizer ve bu sınırları aşan düşüncelerin “suç“ olduğunu ilan ederek “ceza” kavramını devreye sokar.

Düşünce kavramı, kendi tarihsel gelişim süreci içerisinde, őzgürlük kavramıyla ilişkili bir konuma gelmiştir. Çünkü yalnızca düşünebilmek yetmez, bunu ifade edebilecek őzgürlüğe de sahip olmak gerekir.

Tarihin tekerleği hep ileriye doğru dőndüğünden bugün düşünce őzgürlüğü konusunda da erki elinde bulunduran devletlerin kendi yasaları değil, ulusalüstü insan hakları belge ve sőzleşmeleri őlçü alınmaktadır.

Tarihte ilk düşünce ürünlerinin rastlandığı toplumlardan birisi de Sümerler’dir. İnsanlığın ilk yazılı destanlarından birisi olan Gılgamış Destanı, Mezopotamya toplumlarınca işlenmiştir ve temel düşüncesi, doğanın sırlarını araştıran insanın, bu doğrultuda tanrılara kafa tutabilecek boyuta ulaştığını gőstermektedir. Gılgamış, tanrılara kafa tutan insandır, bir düşünce őzgürlüğü savaşçısıdır. Tıpkı Yunan mitologyasındaki Herakles gibi.

“Zeus tahtından düşmedikçe benim işkencelerimin sonu yok.” diyen Prometheus da tanrılara kafa tutmuş, Olympos dağından ateşi (bilimi, sanatı ve uygarlığı) çalarak insanlara vermiştir.

Yeni düşüncelerin ortaya çıkışı tarihte, erki elinde bulunduran güç odakları ve toplumlar tarafından tepki, baskı ve çoğu zaman da yok etme yőntemleriyle karşılaşmıştır.

Değişmez ve eleştirilemez dogmatik değerler sistemi, ile düşünce őzgürlüğü ile büyük bir çatışmaya giriyordu. Temelde skolastik olan bu değerler sistemi egemenleşirken, Roma’da “Natura Deorum” başlıklı kitabında çağının bütün bilgilerini toplayan Cicero, batıl inanç ve büyülere saldırıyordu. Bu konuda daha birçok őrnek verilebilir.

Birkaç őrnek vermek gerekirse, Sokrates düşünceleri nedeniyle őlüme mahkûm edilerek zehirlenmiş, Romalı hatip Cicero idam edilmiş, İtalyan filozof Giardino Bruno yakılmış, Martin Luther, Kilise tarafından aforoz edilmiş, Hallac-i Mansur’un derisi yüzülmüş, Galile’nin düşüncelerine yasaklar getirilmiştir. Ancak őzgür eleştirel düşüncenin gelişimi, tüm bunlara karşın engellenememiştir. [13]

Eleştirel düşünme, yaratıcı düşünmeyi de tamamlayan bir süreçtir; akıl yürütme, analiz ve değerlendirme gibi zihinsel süreçlerden geçerek ortaya çıkar. Eleştirel düşünme sağduyu ve bilimsel kanıtlarla uyuşan net hükümlere varmak için somut veya soyut konular üzerinde düşünme süreçlerini de içermektedir. Eleştirel düşünme biçiminin de, őzgürlük kavramı ile doğrudan ilişkisi vardır tarihte birçok őrnekte gőrüldüğü gibi.

Eleştirel düşünme, ampirik ve mantıksal olduğu gibi, aynı zamanda kuşkucu, gerçekçi ve çőzümseldir.

Marx ise düşünceye ve onu yorumlamaya devrim niteliğinde bir bakış açısı getirdi. Ona gőre, praksis, toplumsal organizasyonun tümünü değiştirmeye yönelik etkinliklerin toplamıydı. Bunu da şőyle ifade etti: “Filozoflar sadece dünyayı çeşitli şekillerde yorumluyorlar, önemli olan, her nasılsa, dünyayı değiştirmektir.”

İnsan ve düşüncenin tarihsel evrimi, gelişimi őzetle bőyle olmasına karşın, őzünde çok fazla bir değişim olmamıştır. İnsan yine başkalarının topraklarını işgal etmekte, savaşmakta, işkence yapmakta, őldürmekte ve sőmürmektedir. Yalnızca bunları yapmayı sağlayan araçlar modernleşmiştir. Kőlelik sisteminden, kapitalizmin ücretli kőlelik sistemine geçilmiştir. Düşünceyi ifade őzgürlüğü yine yoktur gerçekte. Bu yalnızca “geri bıraktırılmış ülkelerde” değil, gelişmiş kapitalist ülkelerde de bőyledir. “Güvenlik” adı altında gelişmiş kapitalist ülkelerde insan hakları ve düşünce őzgürlüğü de ayaklar altına alınmaktadır; fakat bunu daha ince ve gőrünmez bir biçimde yapmaktadırlar. Bilim ve teknoloji, kapitalist sisteme hizmet etmekte ve bu çıkarlar doğrultusunda çalışmaktadır.

Durum bőyle olmasına karşın yine de insan evrimi ve gelişimi sınırsızdır. İnsan, bir gün gelecek sınıfsız, sőmürüsüz ve hiyerarşisiz bir toplumda őzgürce yaşayacak ve insanlaşmanın gerçek ileri aşamasına giden yola girecektir.

Umut, her zaman ve her şeye rağmen İNSAN’dadır, büyük harfle yazılan İNSAN’da, büyük İNSANLIK’TA…

Referanslar

[1]   Faulkner, Neil: “Marxizm Penceresinden Dünya Tarihi”, gerçegingunlugu.blogspot.com.tr

[2]   Hacıkadiroğlu, Vehbi: “İnsanlığın İlerlemesi”, dusundurensozler.blogspot.com

[3]   Hançerlioğlu, Orhan: “Düşünce Tarihi”, Remzi Kitabevi, İstanbul, 2000.

[4]   Mc Elroy ve Swanson, 1973.

[5]   Marx, Karl: “Alman İdeolojisi (Feuerbach)”,  Sol Yayınları, İlk Baskı: Eylül 1976, Son Baskı: Nisan 2004, 1845: Bölüm 1, A. İdealizm ve Materyalizm.

[6]  Marx, Karl-Engels, Friedrich: Kutsal Aile”,  Bölüm VI, 2, Mutlak Eleştiri, İkinci Kampanya, Sol Yayınları, İlk Baskı: Ekim 1976, Son Baskı: Nisan 2003,    Ankara.

[7]   Ȍzbek, Metin: “Dünden Bugüne İnsan”, İmge  Kitabevi Yayınları, Ankara 2001

[8] Aktaran: Murray Bookchin: “Toplumsal Anarşizm mi Yaşam Tarzı Anarşizm mi Aşılamaz Uçurum”, İngilizceden çeviren: Deniz Aytaş, Kaos Yayınları.

[9]   Marx, Karl: “1844 Elyazmaları Ekonomi Politik ve Felsefe”, Sol Yayınları, Temmuz 1976, Ankara, s. 143-144.

[10]Yrd Doç. Dr. Mustafa Günay: “İnsana ve İnsan Doğasına Felsefeyle Bakmak”,

http://felsefenotlari.blogspot.com.br/

[11]  Marx, Karl: “Capital”, cilt 1, s.19. Kapital, Cilt 1, Sol Yayınları, 1986, s. 28.

[12]  Politzer, Georges: “Felsefenin Başlangıç İlkeleri”, Sol Yayınları, Ankara, Birinci Bőlüm: Felsefe Sorunu, VI.

[13]  Anar, Erol: “İnsan Hakları Tarihi”, Chiyazıları Yayınevi, İkinci Basım, İstanbul, s. 281-282.

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu