Önemli olan işlevindir. Performansın. Duygular ayak bağıdır. Duygular zaman kaybı. “Boş vakitlerinizde en çok ne yapmaktan hoşlanırsınız?” sorusunun zamanındayız ne de olsa. Çok meşgul olmaların insanlarıyız.
Yakında kurslar açılmasını bekliyorum. On adımda duygulardan kurtulma, işlevli olmaya giriş kursları. En kıymetli ürünü kendini pazarlama dersleri. Kullanmaya ve tüketmeye dair programlar. Kapitalizm bir ürünler politikası değil midir zaten? Maksat senin de lezzetli, işlevli, sonra da türlerine göre ayrıştırılacak çöpe dönüşebileceğin bir ürün biçimini alman. Süslenmiş dış görünüşünle cicili biçili bir ambalaj kadar şık durman. Birbirinden maksimum ederi alman. Sonra da toz olman.
Ürün olmayı benimsersen çoğunluk kavramıyla, düzenle, iktidarla derdin olmaz. İtirazın dahi ambalajlı kalır. Yani senin o “muhalif” kimliğin için bile piyasada yer vardır. İşlevlisindir haddini bildikçe, oyunun kuralları içinde raks ettikçe. Senin varlığın totaliter, faşist düzenlere demokrasi adını aldırır.
Pazar yerleri
Has insan diye bir tabir vardı. Özü sözü bir, güvenilir… Has olan azaldıkça, ortalık kalabalıklaşıyor. Boyum aşan raflara, yazar kasaların seslerine takılıp duruyorum. Alışveriş o en kendinden emin edasıyla akıyor. Modern zamanların tapınakları şeklinde sıralı o alışveriş merkezlerinde nefessiz kalıyorum ben. Hâlâ çocukluğumdaki çarşıyı özlüyor, köşe bucak pazar yeri arıyorum. İnsanların bağırarak ürettiği, sattığı şeyi tanıttığı, tattırdığı, iki çift laf ettiği yerleri. Bir kenarda durup soluklanabildiğin yerleri. Elbette o pazar yerlerinde de aynı duyguları hissetmiş ruhdaşlar olduğunu hatırlayarak. Edip Cansever’i anarak:
“Dağılmış pazar yerlerine benziyor şimdi istasyonlar
Ve dağılmış pazar yerlerine memleket
Gelmiyor içimden hüzünlenmek bile
Gelse de
Öyle sürekli değil
Bir caz müziği gibi gelip geçiyor hüzün
O kadar çabuk
O kadar kısa
İşte o kadar”
Bu kaldırım kenarı, çeşme önü, apartman köşelerinde oturmalarım da bundan sanırım. Ayak uydurduğum hız bana yabancı. Bünyeme zarar. Soluk almam gerekiyor, durmam. Sanki bir fotoğrafmışçasına dışına çıkıp akıp geçişine bakıyorum hayatın. Tıpkı yazarken yaptığım gibi. Yoksa işte, dışarda güneş var, sokağın sesi var. Rüzgâr var. Hemen giyin çık, at kendini caddelere. Ama yok, önce yazı yazılmalı. Neden? Niye? Çok mu işlevli sanki kelimelerim. Çok mu gerekliyim?
İçimin kuyusunda
İçimin kuyusunda hikâyeler topluyorum. İnsanların bana emanet ettiklerini. Sonra kendiminkileri. Zulmün, şiddetin her türünün dayatıldığı bir zamanda yanan çocukları, naaşları sokaktan alınamayan anaları, yerle bir edilen şehirleri, göçük altındaki işçileri, gitmekle kalma arasında sıkıştırıldıkları onursuzlukta kendilerini ateşe veren sığınmacıları, sokak ortasında ille de “aşk”tan ve “namus”tan sebep öldürülen kadınları, transları, kutsal aile içerisinde kendisine yaşatılan cehennemi susan çocukları topluyorum içimde. Kainat benim içimde. İnsanın doğaya meydan okuduğu uzaklar, vakarı öğretecek vahşi hayvanlar, huzurevinde ya da fazlaca boşalmış evlerinde boşluğa bakan yaşlılar benim içimde. Bunca kalabalıkla birlikte bir an geliyor, anda kalamadım bir an, yalnız hissediyorum. Çünkü bu kadar hissetmek yok zaten düzenin kitabında. Çünkü ben baştan defolu bir malım. Yüzde yetmiş indirimli.
Az geliyor bir şeyler bunca çokluk arasında. Sevgi az geliyor benim sevebilişim karşısında. Memleket az geliyor benim bağlanışım karşısında. Sürgün yabancı topraklardaysan bir nebze olsun taşınabilir. Aidiyet kurduğun yerle, bağın olan insanla yaşandığındaysa ölüm.
Ölüm mü, aman evlerden ırak. Sistemde onun da yeri belli. Güneş gözlüğünü takıp da gideceğin cenazeler, bir kayba tutacağın yas her şey ölçülü biçili. Sınırları aştığın noktada cadılar diyarındasın. Tarih boyu yakılmışların arasında. Gözünün içine bakılamayanlardansın artık, o çizgiyi aşınca. Bir kor var hep içinde, bir köz gözbebeği yerine. Lanetli bir artıksın.
O zaman cadının haykırma vakti gelmiştir. Ödenecek kefareti olmayan şeyleri yüze çarpma vaktidir. Demiştim bir zaman. Tarih tekerrürse, hakikati de yinelemek gerekir.
Yettiniz
Azar azar eksilttiniz
benden bir şeyleri
En beteri
İhtiyaç da duymuyorum
artık tamamlamaya
İçimdeki gediklerin uğultusu
her sözden daha temiz
Altınlarınız da yalanlarınız da sizin olsun sarı kuru
Benim gönlüm gümüş
Kararıyorum bazen doğru
Yine de içimde saklı ayışığım
Korkacak korkum kalmadı
Kutunun içindeki her şey dökülmüş
Karin Karakaşlı
Kaynak: kulturservisi.com
Dünyalılar (www.dunyalilar.org)