Arka Bahçemiz

Kapitalizm, ”Esniyor” Ama Uyumuyor…

Nerede gördüğümü hatırlamadığım bir karikatürde, iki fare konuşturuluyordu. Labirente kapatılmış bu farelerden biri, diğerini çağırıp şöyle diyordu: “oğlum bak, adamı şartladım, şuradaki manivelaya basınca içeri peynir atıyor”. Kimin kimi şartladığının belirsiz olduğu bu düzeneğe benzer bir biçimde, kapitalizm üzerine konuşmayı, içine düştüğümüz ya da kapatıldığımız labirentvari bir tuzağı anlama çabasına benzetirim. Üstelik içinden çıkmaya çalışırken sürekli biçim değiştiren bir tuzak. Şimdilerde neo-liberal bir biçim almış kapitalizmin sınırlarını göremesem de suretlerini seçebildiğim kadarıyla, diyebilirim ki O, göremediğimiz ama iliklerimize kadar hissettiğimiz bir tuhaf gayr-i insani insan yapısıdır.
Peki, bu tuhaflığı anlamak mümkün mü? Belki onun suretlerinden bir parça kopararak tahlil etmeye çalışmak bize bu fırsatı sağlayabilir. Bu minvalde neo kapitalizmin çalışma yaşamını organize etme biçiminin, (ı)  insan-insan ve insan-doğa ilişkisine etkisi, (ıı) insanın bu ilişkileri kurma biçimi olarak karakterini nasıl tahrip ettiği, üzerinde durmak arzusundayım. Bu tahribatın saiklerinin neler olduğu ve bu saikler üzerinde hangi soruların kurulabileceği, bir çerçeve oluşturmak bakımından, elzemdir.
Bu sorular kabaca şöyle özetlenebilir: Karakter derken ne anlıyoruz? İş ya da üretme biçimleri karaktere ve yarattığı bağlara nasıl tesir ediyor? İş ve zaman ilişkisinin değişen biçimlerinin, insanların kendi yaşamları üzerindeki kontrol imkanlarına etkisi nedir? “İş”in değişen doğası benlik bütünlüğünü nasıl ve hangi biçimlerde etkiler? Hem üretim hem de tüketim süreci olarak piyasanın hız ve esnekliğe dayanan yapısı insani ilişkilerde dostluk, samimiyet, dayanışma ve derinliği nasıl parçalamaktadır?
Bir yazıyla bu soruların tümünü tartışabilme imkanı olmadığından meseleyi iki ya da üç yazıyla sınırlandırmaya çalışacağım. Hali hazırda birincisini, yukarıdaki sorulardan ilkine ve özellikle “iş”e yüklenen anlamın nasıl değiştiğini örneklemesi ve tartışmaya temel oluşturması bakımından Antik Yunan’a ayıracağım.
Madem insan karakterinden söz ediyoruz, o halde öncelikle ilk sorudan karakter derken ne anladığımız sorusundan başlamak makul görünüyor. Sennet’in ifadesiyle, “Karakter kendi arzularımıza ve diğer insanlarla ilişkilere yüklediğimiz etik değerdir… (O) asıl olarak duygusal deneyimlerimizin uzun vadeli boyutu üzerinde odaklanır. Karakter kendini; karşılıklı sadakat ve bağlılık, uzun vadeli bir hedef için çaba sarf etme ya da gelecekteki bir amaç uğruna bugünkü kimi mükafatları erteleme şeklinde kendini gösterir… (O) kendimizde değerli bulduğumuz ve başkalarının değer vermesini beklediğimiz kişisel özelliklerimizdir.”
Kısa ve açık biçimde söylersek, karakter insanın diğer insanlarla ve dünyayla nasıl bağlantı kurduğuyla ilgili bir değerler armonisidir. O halde, Sennet’in ifadesiyle aşındırılan, ben biraz daha ileri gidip budanan diyeceğim, tam da bu bahsettiğimiz bağlantılar; bu bağlantılarla tesis edilen ve insanı insan kılan değerlerdir. O halde, bu tahribatın nasıl harekete geçtiği üzerinde düşünmek gerek.
İnsanın biri biyolojik, diğeri ahlaki ve politik temellere dayalı iki davranma biçimi arasındaki tek bağlantı olan ekonomik etkinlikler ve bunların sonuçlarının hareket ettirici nedenler olarak alınabileceğini düşünüyorum. Bu bağlamda ekonomik uğraşların, bu uğraşların süresine bağlı olarak onlara yüklenen değerin ve onlar karşısında alınan politik ve ahlaki tavrın biçimlendiği ilk büyük organizasyonlarından birine Antik Yunan’a değinmek özellikle önemli. Çünkü, günümüzde her (y)anımıza sindiği için silikleşmiş olduğunu söylediğimiz bir unsur Antik Yunan’da tüm açıklığıyla göz önündedir.
Bu unsur “insan etkinliği”, bu etkinliğe harcanan “zaman” ve bir etkinliği insani kılan özgürlük arasındaki ilişkidir. Bu dönemde hangi insanların, hangi insan etkinliğine ne kadar zaman ayırdıkları, bunu özgürce yapıp yapmadıkları, hem bu etkinliklerde bulunanlara hem de etkinliklerin kendisine bir “değer” yüklemeyi mümkün kılıyordu. Antik Yunan’da insani değer taşıyan bir yaşam sürdürmek, insanın biyolojik varlığını sürdürmesi için gerekli-zorunlu etkinliklere harcanan süreyle ters orantılıdır. Yani, biyolojik varlığımızı sürdürmek ya da hayatta kalmak için, mecburen yaptıklarımıza harcadığımız zaman ne kadar çoksa insani olandan payımızı o kadar az alıyoruz demekti. Bu nedenle Antik Yunan’da, ne kölenin itaatle geçen ömrü ne zanaatkarın para kazanmaya adanmış etkinliği ne de tüccarın sahip olma arzusu insani ya da erdemlidir. Hannah Arendt’in İnsanlık Durumu’nda, Aristoteles’in Politika’sına referansla ifade ettiği gibi, erdemli hayat, “verildiği şekliyle/kadarıyla güzelin tüketildiği bedeni hazların keyfini süren bir hayat; mükemmelliğin güzel işlerde bulunduğu, polis’in meselelerine adanmış bir hayat; ve kalıcı güzelliği ne insanın üretici müdahalesiyle değiştirilebilecek ne de insanın bunları tüketmesiyle değiştirilebilecek ebedi şeyleri sorgulamaya ve bunlar üzerinde tefekküre adanmış filozofun hayatı”dır.

O halde, güzelliğin zorunlu ve yararlı olana karşıtlığının temellendirilmesine dayanarak ifade edilmiş bu satırların, aynı zamanda bir etkinliğin erdemli olabilmesi için hangi vasıfları taşıması gerektiğinin altını çizdiğini de söyleyebiliriz. Buna bağlı olarak, estetiğe, siyasete ve tefekküre dayanan insani etkinliklerin , bu etkinliklerin özgür olma ve kendileri için yapılma vasıflarıyla birlikte güzel ve erdemli, başka bir deyişle insani bir değer taşıdıklarını söylemek mümkün olur.
Nitekim Aristoteles, “iş”i gayr-i iradi olduğu için, tam da bu nedenle, gayr-i insani şeyler alanına dahil etmiştir. Zorunlulukla temellenen ekonomik yaşamın gayr-i insani olması bu yaşamın temel kavramlarının – iş, emek, para, mülk v.b- insan ihtiyaçları ve isteklerinden azade ol(a)mamasından kaynaklanır. Dediğimiz gibi, sadece hayatta kalmak için yapılanın insanı diğer canlılardan ayırt eden bir yanı yoktur. İnsan sadece yaşamını sürdürmekle ilgilenmez, aynı zamanda iyi yaşamak da ister. İşte iyi, erdemli yaşamın ne olduğu ve nasıl tesis edileceği üzerine düşünmekle insan, ahlaki ve politik varlık olarak farklılaşır.  Bu nedenle iyi  ve erdemli olan üzerine düşünmeye zaman bulmaktan bahsettiğimizde, aslında insan gibi yaşamaya zaman bulmaktan da bahsediyoruz. İyi olanın ne olduğu bu yazının konusu değil, ancak ona verilen yanıtların politika olduğu ve bunun da insan kavramı üzerine yeniden düşünmek anlamına geleceği açıktır.

Şöyle bir soruyu ortaya atmaya muktedir oluyoruz: Zamanımızı işle doldurduğumuz oranda insanlığımızı da kaybettiğimiz söylenebilir mi? Yapma- üretme etkinliği olarak “iş”in doğası bugün için de Antik-Yunan’la aynıdır; ancak statüsü Antik-Yunan’da olduğundan epeyce farklıdır. Zira “iş”, trajik bir biçimde, ihtiyaç denilenin karşılanması anlamından uzaklaşıp bizzat ihtiyaç üretimine, haliyle ekonomik etkinlikleri tarif etmekten ziyade insanın varoluşunu ifade eden bir etkinliğe dönüştü. İnsan gibi yaşamak için insanlık dışı, ama zorunlu uğraşların, başkalarına (açıkça kölelere, zımnen zanaatkarlara ve tüccarlara) yaptırıldığı bir dönemden, yani kapitalizm öncesi diyebileceğimiz bir dönemden, bu uğraşların temel “insani” etkinlikler haline getirildiği bir döneme geçmiş bulunuyoruz. Antik- Yunanlıların “iş”e yükledikleri anlam, onun erdemli başka bir deyişle iyi, insana yaraşır olan bir hayatı ortaya çıkarmadığıydı. Ama böyle bir yaşamı mümkün kılacak uğraşlar için düşünmek, düşünmek için zaman ve hepsinden önemlisi hayatta kalmak gerekiyordu. İş’in tüm anlamı buydu. Bugünse iş tüm zamanımızı alan bir etkinliğe dönüştü.

Şimdi herkesin ya işçi olmak bakımından köle ya iş adamı olmak bakımından tüccar ya da sanatçı olmak bakımından zanaatkar v.b. olmak dışında seçeneklerinin kalmadığına inanmaya itildikleri insanlık dışı bir çağda yaşıyoruz. Nitekim düşünce dünyamızı, başka bir deyişle  tefekkürü dahi iş bağlamından koparamıyoruz. Bu anlamda insan-insan ve insan-doğa(canlı, cansız tüm varlıklarıyla işe tabi kıldığımız doğa) ilişkilerini sadece ve sadece paraya tahvil ederek tarif ediyor ve dönüştürüp ekonomik dolaşıma sokuyoruz. Şimdi söz konusu olan iş’in değersizliği değil, verili olarak kabul edilmiş, bir değere sahip olduğudur. Nihayetinde ne iş yaptığınıza bağlı olarak değerinizin de belirlendiği bir çağda yaşıyor olduğumuza göre, belki de tam da bu nedenle, haklı olarak ona “aptallık çağı” demekte hiçbir sakınca görmüyoruz.
İş, aptalca bulsak da içinde yaşadığımız için değerlendirmekten kaçamayacağımız  verili bir durumdur.  Hatta, ironik biçimde, artık aranan bir şeydir. İş onu kaybetmemek için ödünler verdiğimiz, meydanlarda kavga ettiğimiz, sürekli kılmak için örgütlendiğimiz, hiç de olmaması gerektiği halde benliğimizi-karakterimizi tarif eden bir etkinliktir, artık. Kapitalizmle birlikte Antik Yunan’daki ya da orta çağdaki sınırlı alanından ve anlamından koparılmış, klasik iktisattaki “değerli” yerini yitirmiş, bugün neoliberalizm olarak tabir edilen “dünyanın yeni aklı”nın tahakkümünde her yere yayılmıştır. Bu bakımdan neo liberalizm, ayrıcalıklı bir azınlık dışında hayatta kalmanın biricik amaç haline getirildiği belirsiz bir varoluş biçimidir; “yani itildiğimiz davranma biçimi, başkalarıyla ve kendimizle ilişki kurma biçimimizdir.” İnsani ne kadar değer varsa onunla ilgili tüm içeriğini, biçim olarak yaşamak uğruna feda etmiş “çağdaş kapitalizmin yeni aklı”dır. Bu aklın işe dört elle sarılmamızı salık vererek zamanımız ve nihai olarak benliğimiz üzerindeki kontrolümüzü tamamen yitirmemize neden olmasıdır.[1] Peki bunu nasıl yaptığını idrak edebilir miyiz?
Bu noktada R. Sennet Karakter Aşınması adlı çalışmasında, “iş”i kapitalizmin zaman boyutuyla ilişkilendirerek anlamlı kılacağımız iki temel hareket noktası sunuyor. Birincisi, insani deneyimin uzun vadeli hedefleri ve bu hedeflerle bağlantılı olarak ortaya çıkan “kariyer” anlamındaki “iş”tir. İkincisi ise esnek kapitalizm olarak da dile getirilen ve insan deneyiminin “an”lara vurgu yapan doğasını öne çıkaran kısa vadelilikle karakterize olan “iş”tir.
Şimdi, kariyer sözcüğüne yüklenen olumsuz anlamları bir tarafa bırakarak onun, başlangıcını ve sonunu tasavvur edebildiğimiz, planlanabilir bir çalışma hayatını simgelediğini belirtmek istiyorum. Bu anlamıyla kariyer insanların konumlarını güçlendirmeyi ya da nüfuzlarını artırmayı hedefledikleri bireysel çıkar anlamında değil, insanın zamanı düzenlemeye muktedir olduğu bir planlamaya işaret ediyor. Bu anlamda kariyer sözcüğü bütününü görebildiğimiz bir hayata, aynı zamanda akışını da kontrol edip planlayabildiğimiz bir iş yaşamına karşılık gelir. Bir başka deyişle, şimdilerde yitirilmiş olan korumak için uğraş verdiğimiz, uzun vadeli kurgular yapma yapabilme imkanıdır.
Kariyer sözcüğünün akışkan yapısı sözcüğün kökeniyle yani “kişinin ekonomik uğraşlarının bir ömür boyu aktığı mecra” anlamındaki yolla doğrudan alakalıdır. Kişi bu doğrusal yolda nasıl bir hayatın onu beklediğini, tasarruflarını nasıl değerlendireceğini, aile bireylerine nasıl imkanlar sunabileceğini kaygı duymadan ya da çok az duyarak bilmeye muktedirdi. İş bu anlamda modern dönemin bütünlüklü, görünür doğasını kavramaya da imkan veriyordu.
Peki şimdi olan nedir? Yaygın tabirle söylersek neo-liberalizm nasıl bir biçim aldı da işi işçiden koparıp, işi ortaya çıkaranı önemsizleştirdi? Aslında tek bir kavram, tüm görünür bağları ve bu bağlarla içerik kazanan karakteri aşındırmaya yetti: Esneklik.
Esneklik, insanın bir işe tüm veçheleriyle katılıp, onu bütünlüğü içinde kavrama, kontrol etme imkanına ve sürekliliğine son veren çalışma biçimidir. Ekonomik ilişkilerin bu neoliberal dönüşümü, insanı, bir işe ancak belli bir anında dahil olma durumuna ve her an birçok işe yarayabilecek vaziyette ( birçok diploma ve çokça sertifika sahibi olarak) hazırda bekleme konumuna sürükledi.  Kısaca diyebilirim ki kapitalizm, uzun süreli belleği ile evrilmiş bir canlı olarak insana, kısa vadeli düşünmeye zorlayan esnek yapısıyla, sürekli olarak tahakküm etmenin bir yolunu buldu.

 

Kaynaklar : Ümit Yaman – Birgün
www.dunyalilar.org

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu