İçimizi dolduran şeyi dışarıdan almamız, zorunlu olarak bizleri kendi haricimizdeki bir takım şeyleri içermeye mecbur bırakıyor. Alıyoruz ve veriyoruz. Evimizi dolduran hava ya da sokakları, çocuk parklarını ve alışveriş merkezlerini, sahilleri dolduran hava oldukça sıradan ve gayet normal görünüyor. Denizlerin içinde, dağların içinde ve bizlerin içerisinde bile hava var. Şu dakika bu yazıyı okurken dahi hava tüketiyoruz. İnsan tüketendir. Tüketen ve üretendir. Olayın kısa metrajda görüntüsü oldukça net değil mi? Tekrar derin bir nefes alalım ve bırakalım. Oldukça basit görünüyor.
Epeyce özgür gibi görünüyoruz fakat bir de şunun hakkında düşünelim: Bizi bu havayı solumaya mecbur tutan şey (ya da onun kaynağı) nedir? Onun yüzünden neleri yapmamaya mecbur bırakıldık ve bu mecburiyetimiz neleri tercih etmememize sebep oldu? Nasıl başka sebeplerden ayrıştılar, farklılaşan şeyleri neden olamaması gereken şeyler olarak kodladık? Hakikat olarak bizlere sunulan bu mecburiyetleri birazcık düşünelim. Gerçekten de sırf nefes alırken dahi hiç manipüle edilmedik mi? Bir dağın en serin yamacından ormanı arkamıza alarak derin bir nefes aldığımızı düşünelim. Şimdi de gökdelenin yirminci katındaki ofisinizin boğuk ve kasvetli havasını derin bir şekilde içinize çektiğinizi düşünün. Sizce iki farklı havanın bizlere etkisi nasıl olur?
Çok sığ bir ekseriyette çizdiğim manzara genel bağlamda görüntüye ilişkin bir ipucu veriyor. Havanın serbest dolaşımına bile müdahale edildiğini göz önünde bulundurduğumuzda, bunun bizim manipüle edilişimizle doğrudan ilişkili olduğunu görmek hiç de zor değil. Bilginin, aşkın, sevginin, mutluluğun, arzunun, iyinin, kötünün ve diğer tüm şeylerin hürriyeti işgal altındadır. Bunu ekmeği yerken, balı tadarken anlamamız da hiç mümkün görünmüyor. Olan her şey tek bakışta görülmeyecek bir takım sonuçlar muhakkak doğuracaktır. ”Onun doğasından varolan her şey mutlaka bir sonuç doğurmalıdır” (Spinoza, 2016, ss. 90-103)
Anlatmak ve üzerine düşünmek istediğim konu, geniş perspektifte bir görüntüdür: Nefesimizin bile istismar edildiği hususu. “Nefesle ne alakası var?” dediğinizi duyar gibi oluyorum. Esasen tam da nefesle, yani aldığımız hava ile alakalı. Havamızı kirleten sanayilerin içimizi de kirlettiğini göremedik. Maruz kaldığımız şeyin bizi neleri istemekten engellediğini ve engellenen şeylere sahip olduğumuzda ne olacağını düşünme fırsatımızın bile elimizden alındığını düşünemedik. Fikri bir şey değil mi? Tıpkı reflektif olarak içimize hava solumak gibi. Manipüle edildiğini iddia ettiğim tüm şeyleri şu anda ortaya koymak niyetinde değilim. Enformasyon çağının çocukları, bunu fikri bir mülkiyete sahip olmadan düşünemez. Bilişim camiasındaki markaların manipülasyonlarını, bizi mecbur tuttukları düşünce esareti gibi konuları bilmemiz ve anlamamız fikri mülkiyet ile mümkün görünüyor.
Peki ne yapmalıyız? Nasıl yapmalıyız? Neyle yapmalıyız? Kimle yapmalıyız?
Bu soruların her birine her birimizin verilebileceği kilometrelerce kelime cevabı vardır. Öncelikli olarak kendimizi ve çevremizi manipülasyondan kurtarmamız gerektiği görülüyor. Hiçbir doğal dengenin ve toplumsal düzenin teminatı yok. Dünya sistemleri ve devletlerin tamamının çözüm için bize sunacağı tek bir cevap olduğunu düşünmüyorum. Bilginin bile serbest dolaşmasını engelleyen bu sistemler, bu fikri ambargodan çıkışı ve insanın kurtuluşunu tüm gayretleri ile kontrol altında tutuyor. Mesela bir hafta sosyal medyaya bakmasa intihar edecek arkadaşlarım var. Örneğin; günümüz çevrecileri fabrikaların ve sanayinin nasıl ekolojik hale getirilebileceğini düşünüyor. Bu durum oldukça acınasıdır. Elinizde zehir üreten bir kutu var, siz kutudan zehir çıkmaması için çaba gösteriyorsunuz. Ama kutu nihayetinde zehir kutusu olmaktan azat edilmediği sürece sonucu değiştirmemiz mümkün mü? Felsefi bir düşünüş sorunun köküne, kaynağına inmek mecburiyetini felsefi oluşunda barındırır.
Açıkçası, köy için durum biraz daha iç açıcı görünüyor. Metropollerin ve büyük şehirlerin bize sundukları ürünlerle bizden koparttığı ve biz olmaklığı tehdit eden kazançlarıyla karşı karşıyayız. Metropole göre köyü tercih etmek zorunda bırakılışımızın da bizi başka bir takım hakiki şeylerden uzaklaştırdığını düşünüyorum. Günümüz yaşam sistemleri bize “bireysel komünizm” ve fikri mülkiyet sınırsızlığı veriyor. Bireysel komünizm ile kast ettiğim şey kelimelerin altında barınan anlam ile ortaya çıkacaktır. Doğa ile bağlantımızın her ne sistem olursa olsun kesilmemesi, yaşamlarımızın içsel değerine sadık kalmamızı ve manipülasyondan uzak durmamızı sağlıyor gibi görünüyor. Tabi ki tüm bu düşünüş ve düşünüş için ön hazırlıklar adına yapılmış ve yapılacak şeylerin bir bağlantı oluşturduğunu; bu ilişkiselliğin de birden çoğa, çoktan bire düzenlilik oluşturulduğunu görmekte fayda vardır. Bünyemize giren en temel şey olan havanın dışarıya neler vereceği ile telefonumuzdan gördüğümüz şeylerin bize neler katacağı, bizden neler alacağı tamamı ile birbirinden bağımsız düşünülemez.
Bizleri kendimiz olmamaya sürükleyen, aslında gerçek farklı olsa da bize kendimize aitmiş gibi gelen hareketleri direten tüm bu şeyleri, manipülasyona uğramadığını iddia edebileceğimiz bir düşünceyle ele almak mümkün mü?
Bu sorunun karşısında günümüz insanları olan bizlerin, neleri isteyip istemediğini bile bildiğini ya da bunun yanıtı üzerine kafa yorduğunu zannetmiyorum. Fikri mülkiyetimizi kimselere kaptırmadan bunu hür bir şekilde gerçekleştirmemiz için “ben” dediğimiz kim isek o ile başlamalıyız. Yani yeniden bir ile başlamalıyız.
Ben doğaya kaçmak niyetiyle yalıtılmış bir hayata ulaşılabilir olduğunu düşünüyorum. Birimiz yaparsak hepimiz yapamayacak olmaktan kurtuluruz. Sen yaparsan her şey olacaktır.
“Bağlanışlar; bütünler ve bütün olamayanlar, bir arada duran ve ayrı duran, birlikte söylenen ve ayrı söylenen. Her şeyden bir, bir’den her şey.” (Herakleitos, 2014, ss. 53-54)
Kaynakça:
Herakleitos. (2014). Fragmanlar. Herakleitos içinde (C. Çakmak, Çev.). İstanbul: Alfa.
Spinoza. (2016). XXXVI. Önerme. Spinoza içinde (Ç. Dürüşken, Çev.). İstanbul: Alfa.
Yazar: Yunus Emre Koç
Bu yazı ilk olarak Dusunbil.com internet sitesinde yayınlanmıştır.