“Tarihsel değişimi belirleyen kadınların özgürleşme oranıdır. İnsanlığın zorbalığa karşı kazandığı zaferin bulunduğu nokta, kadının erkekle, zayıfın güçlü olanla karşılaştırıldığında ortaya çıkan durumdur. Kadının özgürlük derecesi toplumsal özgürlüğün doğal ölçüsüdür.” Karl Marx
İnsanlık tarihinin bilinen büyük bir bölümünde kadın karşı cinsinin baskısı altında, özgürlüğü elinden alınmış bir şekilde yıllarca yaşayıp durdu. Kadın sorunu; üzerine sürekli konuşulan, sempozyumlar düzenlenen, eğitimler verilen, pozitif ayrımcılık adı altında burjuvazi siyasetçileri tarafından yasalar çıkartılan bir sorun.
Kadın hakları savunucusu olduklarını iddia eden, aralarında feminist grupların da bulunduğu sivil toplum kuruluşları ataerkil toplum yapısını kabullenip, kadının var olan pozisyonunun iyileşmesi adına taleplerde bulunuyorlar. Kadınların erkeklerle aynı seviyeye gelebilmesi ve özgürce yaşayabilmeleri için yönetici sınıfın lütfetmesini bekliyorlar. Kadının aslında insan olmasından kaynaklı doğumuyla beraber elde ettiği haklarını geri alabileceklerini, kanunlarla bu hakları güvence altına alacaklarını düşünüyorlar. Peki gerçekten burjuva siyasetiyle kapitalist iktisadi ilişkilerinin yürürlükte olduğu bir ortamda bu sorunu aşabilir miyiz, tam anlamıyla kadın özgürlüğüne bu yollarla kavuşabilir mi? Bu soruya cevap verebilmek için kadının ve erkeğin şu anki bulunduğu aşamaya nasıl geldiğine göz atmamız gerekiyor.
İnsanlığın evriminden sonraki aile yaşantısıyla ilgili araştırmalar yapan, bu konuda bilgi sahibi olmamızı sağlayan Amerikalı antropologist Lewis H. Morgan’a ve onun çalışmalarını diyalektik materyalist bir perspektifle bizlere aktaran Friedrich Engels’e çok şey borçluyuz. Morgan, yabanıllık diye adlandırdığı insanlığın ilk dönemlerinde, günümüzdeki anlamıyla kullanmış olduğumuz bir aile yapısından bahsedemeyeceğimizi belirtir. Çünkü o dönemlerde insanlar çok eşli bir şekilde yaşayıp komünist bir ev ekonomisine sahiplerdi. Çok eşliliğin hakim olduğu bir toplumda çocukların babalarının kim olduğunu bilmeleri imkansızdı; sadece annelerini tanırlar ve Bachofen’in tanımıyla “analık hukuku gelişir”. Yani soy ağacı anne üzerinden devam eder. Bu da kadının sosyal hayatta erkekten daha fazla saygı görmesine neden olur. Böyle bir ortamda kadının özgürlükle ilgili bir sorunundan bahsedemeyiz. Peki nasıl oldu da kadın bu konumunu kaybedip, günümüzde karşı cinsi tarafından ezilen, şiddet gören ve hatta öldürülebilen bir konuma geldi. Bu insanlığın gerçek anlamda artı-değer üretmeye başlaması ve ürettiklerini sadece tüketim amacıyla değil ürettiklerinden artı-değer elde etmeye, onlardan değiş-tokuş yardımıyla kar elde etmeye başlamalarıyla beraber kadının önemi de azalmaya başladı. Daha sonra özel mülkiyetin ortaya çıkmasıyla ve akabinde miras hakkı teriminin yeryüzünde dolaşmaya başmasıyla Engels’in de tabiriyle “kadının yeryüzündeki erkeğe karşı ilk yenilgisi gerçekleşmiş oldu”. Değişen iktisadi yapıyla beraber, aile yapısı da değişti ve çok eşli aile yapısının yerini, tek eşli aile yapısı aldı. Erkeğin kadından kas gücü anlamında daha kuvvetli bir “yaratık” olması, kadının ise doğum gibi onu uzun süre üretimden uzak tutacak fiziksel durumları olduğundan, yeni iktisadi yapıda erkek kadından daha değerli bir pozisyona sahip oldu. Bu da neden mirasın kadında değil de erkeğin elinde toplanmış olduğunu açıklar. Mirası kabile içinde tutmak isteyen erkek evin tek hakimi oldu. Anaerkil toplum yapısı yerini ataerkil toplum yapısına bıraktı. Feminist gruplar ve burjuva solu örgütleri kadının özgürlüğünden bahsederken, kapitalist sistemin dayatmış olduğu bu ataerkil yapıyı kabullenip, onun gölgesi altında kadının özgürlüğünü bulmaya çalışıyorlar. Ancak bugüne kadar gösterilen bütün çabalara rağmen halen kadınların öldürülmesine, erkekler tarafından şiddet görmelerine engel olunamıyor. Bu da bize, içinde bulunduğumuz kapitalist iktisadi yapının -sınıf mücadelesiyle- değişmeden kadının özgürlüğünden bahsetmemizin mümkün olamayacağını gösteriyor. Lenin, kadının doğurganlığından doğan bu bağımlılığını ortadan kaldırmak için kreşlerin açılması gibi bir teori geliştirmişti. Böylece, komünist ev ekonomisinin hakim olduğu dönemlerdeki gibi çocukların bakımını sadece anne değil tüm toplum üstlenecekti ve annenin, fiziksel özelliklerden dolayı ortaya çıkan dezavantajı ortadan kalkacak, çocuklar da anne ve babaya bağlı kalmadan toplumun güvencesi altında büyüyeceklerdi. Stalin de buna benzer bir projeyle çalışanlarının kadınlar olduğu çamaşırhaneler kurdurmuş, kadınları özgür bırakmak yerine onları çamaşırhanelere kapatmıştır.
Peki üretim hayatında kadınlar, yöneten sınıf için ne ifade ediyor? Kapitalizmin çıkmaza girdiği, ekonomik buhranlar yaşadığı dönemlerde burjuva sınıfı tarafından sıkça kadınların doğurganlığına vurgu yapılmıştır çünkü ekonominin canlanması ve tüketimin artması için nüfusun artması gereklidir. Böylece alışveriş dönüşümü devam edecek, ekonomi canlanacak ve kapitalist sistem kendi sonuna doğru bir adım daha yaklaşacaktır. Bazı dönemler burjuvazi yasalarıyla pozitif ayrımcılık adı altında, kadınlara bir lütuf gibi sunmuş oldukları uzun süreli doğum izinleri de tamamen bu amaca hizmet etmektedir. Ayrıca kadın, proleterin çalışmadığı zamanlarda onun destekçisi, hizmet edeni, yemek yapanı vb. rolündedir. Böylece üretim çemberindeki işçinin sürekliliği için kadın hayati bir rol oynamaktadır. Proleter kadınlar ise yöneten sınıf için ucuz iş gücü anlamına gelmektedir. Fiziksel özelliklerinden ötürü kadınlar erkeklere oranla daha ucuza çalıştırılabilmekte ve bu da kapitalistler için maliyetin azalması ve kârın artması anlamına gelmektedir. Sonuç olarak kadınların özgür olabilmelerini kapitalist iktisadi düzen altında mümkün değil. Yapılacak olan iyileştirmeler onları en fazla proleter bir erkeğin seviyesine ulaştırır, ki proletere de özgür bir birey diyebilmek imkansızdır.
tr.internationalism
www.dunyalilar.org