Arka Bahçemiz

Kekremsi Tatlar

Bıktıran bir koşuşturma var etrafımızda. Her yer ve herkes koşuşturuyor. Ağaçlar, yollar, evler, balkonda çocuğunu bekleyen anne koşuşturuyor. Durakta otobüs bekleyen insanlar koşuşturuyor. Tıkanmış trafikte ve maaş kuyruklarında koşuşturuyor insanlar. Hiçbir şeyin tadını ağızda bırakmayan bir koşuşturma bu. Uzun, huzurlu, sohbetli yürüyüşler bitti artık. Uzun oturmalar, o deruni dil son buldu. Yaşamak için koşuşturmuyoruz, koşuşturmak için yaşıyoruz artık. Kekremsi tatlara alışamadan, peşi sıra ağzımıza tıkılan şerbetli tatlarla haşır neşir olurken buluyoruz kendimizi. Her şeyi tadıyoruz ama hiçbir şeyden zevk almıyoruz. Sadece tadıyoruz. Tadıyoruz ve biliyoruz. Sadece biliyoruz. Ama o bilginin ne işe yaradığını bilmiyoruz. Her şeyden biraz biraz tıkılıyor ağzımıza. Ağzımıza tıkılmasa aklımızda kalacak şeylerin hepsinin tadına bakıyoruz. Bedenimiz doysa gözümüzde açlık bitmiyor. Her şeyin tadını bilip ama tadını çıkaramamak gibi dehşetli bir yalnızlık içinde koşturuyoruz.

Kokuları biliyoruz ama doyasıya içimize çekecek vakit bulamıyoruz. Bilmek yetiyor modern insana. Her şeyi bilmek ama hiçbir şeyi tam olarak yaşayamamak bir yaşam tarzı olup çıkıveriyor artık.

Dokunduğumuz kökünden kopup geliyor elimize. Dokunuşlarımız hoyrat. Sevgiyle dokunmayı unutmuş ellerimiz. Dilimiz hoyrat, tutkuyla konuşmayı unutmuş. Bakışlarımız hoyrat. Aşkla bakmak sadece bir masal kahramanına yakışır hale gelmiş. Yataktayken işimizi, işteyken yatağımızı düşünüyoruz. Sevişirken daha çok kendimizi düşündüğümüz anlar çoğaldı. Kendimizi çok önemsiyoruz. Oysa tıpkı Hume’un söylediği gibi “Hiçbirimizin hayatı okyanusun dibindeki istiridyeden daha değerli olmadı hiçbir zaman”. Kendimizi önemserken hayatı küçümsüyoruz. Hayata karşı samimiyetimiz eksiliyor. Giydiğimiz elbiseye göre samimi olunması gereken işlerde çalışıyoruz. Bizi mutlu olduğumuza inandıran statülerimiz var. “Mutsuzluk denizinde öfori” yaşıyoruz.

Çoğumuz yalnızca ölürken en samimi halini takınıyor bu yeni dünyada.

Artık yürümüyoruz. Koşuyoruz. Artık anneler doğurmuyor bizi. Artık aşık olmuyoruz, aşık olduğumuzu sanıyoruz. Artık hep birlikte çürüyoruz. Bedenimizden yayılan pis kokuları bastırmak için doğuyor yeni bir sektör daha. Artık annemizden başka sığınacak dalımız kalmadığını biliyoruz. Hepimiz kocaman bir çocuğun korkaklığında yaşıyoruz dünyayı.

Bir bilgisayar ekranıyla, bir sevgili arasındaki fark her geçen gün erimeye başlıyor parmak uçlarımızda. Sevgilimizin teninde değil klavyede geziyor parmak uçlarımız. Kitapla tablet, söz’le görüntü yer değiştiriyor hızla. Sesin cazibesi ve kutsiyeti kalmıyor. Dil eriyor. Renkler sadece üzerine düştüğü nesneyle anılıyor. Kokular geçmişi hatırlatmıyor. Kokular sadece pazarlanmak için var.

Yollar bizden önce gidiyor varmak istediğimiz yere. Eskiden yürürdük. Çiçeklerle göz göze gelerek yürürdük. Artık gelmiyoruz. Eskiden insanlarla göz göze gelirdik. Artık gelmiyoruz. Durup beklemelere tahammülümüz kalmadı. Durup sevmelere hiç zamanımız yok. Büyük yalnızlığımız içinde koşturuyoruz sadece. Ve endişeliyiz. Kaygı yaşantımızın en önemli parçası haline gelmiş. Artık kimsesi olmayanların yalnız sayıldığı bir çağdan, her şeyi olan kalabalık yalnızlıklara, çoklu yalnızlıklara evriliyoruz. Bıktıran kalabalıklarda, o çirkin kalabalıklarda daha da yalnızlaşıyoruz.

Artık daha iyi anlıyoruz insanın çürüyüp gitmesi için kendisinden başka bir şeye ihtiyacı olmadığını.

Hayat ağzımızda her türlü tadı bırakarak akıp gidiyor. Hayat insanla dalga geçen bir olasılık sadece. Herkesi özletiyor ama kimsenin yüzünü göstermiyor kimseye. Ve yaşamın kendisi doğada görülen bir sapmadan başka bir şey değil. Hepsi bu.

Ali Murat İrat

Dünyalılar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu