“Sorgulanmayan yaşam yaşamaya değmez.”
Nasıl yaşamalıyız? Boş yaşayamayız. Neredeyiz? Neden oradayız? Oradaysak o anda ne yapıyoruz? Sakız çiğniyor, esniyoruz. Olmaz. Hiç bir şey yapmadığı gibi, ciddi hiç bir şey düşünmeyen insanların sayısı ürkütüyor insanı.
Adam fosur fosur sigara içiyor. Dirseği süzülmüş masaya dayanmaktan. Boş oturmayı, boş boş sohbet etmeyi seviyor. Yaşama, yıkmaya, yaratmaya dair tek bir projesi yoktur. Kalk desen kalkmıyor, gel desen gelmiyor, git desen gitmiyor. Bakıyor ve soluk alıyor. Nesneler, eşyalar dünyasının bir parçası olmuş. Bazen yürüyor. Takip ederseniz bazı önemli işler de yapıyor. Mesela sokaktaki afişlere, yanıbaşından geçen ilginç tiplere bakıyor, sesleri dinliyor. Bir bayiden bir paket sigarayla bir çakmak alabiliyor. Eğer yakında bir telefon kabini varsa ve o anda gözüne çarpmışsa, telefon etme planı ve ihtiyacı olmadığı halde, ayaklarını sürükleyerek kabine girebiliyor. Ahizeyi dayıyor şakağına. İlk sorusunu yeryüzünde bilmeyen tek bir insan yoktur:
“Merhaba Zühtü, ne var ne yok.”
İlk cevabını da bilmeyen yoktur:
“Valla bildiğin gibi, değişen bir şey yok.”
Kabinden çıkarken kartını unutuyor. Rahatlamıştır. Önemli işler yapmış olmanın rehavetiyle esniyor. Zaman zaman takıldığı kahvenin önünde durup, içeri bakma zahmetini gösteriyor. Aaaaa evet, aradığı arkadaşların bir kısmı orada, masanın çevresindedir. Kağıtlar, kül tablaları, yarısı içilip yarısı soğuyan çay bardakları, zaman ve mekan fazlalılığından kaymış bakışlar, menteşesi gevşemiş gülümseyişler, sayrılı sayıklamalı sesler, arada bir uç veren yumuşak küfürler… Bu gerekli ve hoş mekanda kaç saat oturacağı belli değildir. Dikkati o anda arkadaşının kıçında zırlayan telefona kaymıştır. Telefonu kulağına dayayan ve kendisine haddinden fazla benzeyen muhtereminde söylediği yeni bir şey yoktur.
“Oooo merhaba Salim, merhaba. Ne var, ne yok?.. Valla bildiğin gibi, değişen bir şey yok… Yau boş ver, idare et gitsin.”
Bakışları, masaya şamar gibi inip kalkan kağıtlardadır. O anda Amerika Irak’ı bombalamış olabilir. Şaron’un tankları taş atan Filistinli çocukları kurşunlamış olabilir. Önemli değil. Başını çevirip, sokağı ayağa kaldıran ambulansın heyecanlı geçişine bile bakmaz.
“At oğlum, bekleme. Bu sefer yeneceğim seni.”
Atmaktan masanın cilası kağşamıştır. Bu kez “At oğlum,” diyenin kıçındaki telefon zırlamaktadır. Karşıdaki ses, “At oğlum”un karısına aittir ve kadın her zamanki sorusunu sormaktadır.
“Yine nerelerdesin, gelsene?”
“At oğlum”un cevabı her zamanki gibidir:
“Tamam geleceğim, bir işim var, onu halledeyim, hemen geliyorum.”
Her “hemen”in en küçük zaman birimi iki saattir.
Bu arada kahramanımızın karnı acıkır. Üç saat geçirmiştir kahvede. Çay, bira, kahve, sigara dumanı, kağıt ve el manevrası. Esneyişler. Acıkma önemli bir olaydır. Arayışa, harekete ebelik eder. Ama kahramanımız, gereksiz bir arayışa ve harekete gerek duymadan, ayaklarını dönerci Dursun’a doğru sürükler ve her zamanki cümlesini noktası noktasına söyler?
“Dursun, bana bir ekmek arası köfte…”
Bunu demesine de gerek yoktur, çünkü Dursun onun neye ihtiyacının olduğunu önceden bilmektedir. Kahramanımız veya kahramanlarımızla sık sık yüz yüze gelen dönerci Dursun zaten, insanların köfteler gibi bir birlerine benzedikleri kanısındadır ve kendisi de bu köftelerden birisidir.
Ayakkabılarındaki sabah aydınlığı çekip gitmiş, karanlık çökmüştür. Kahramanımız yorgun argın döner eve. Sorgulayıcı, itici bakışların karşısındadır. Bir yabancı gibidir kendi evinde. Bu durumda sığınabileceği iki nesne vardır: Esneme ve kaşınma.
Bilgi ve eylem, insanı değiştiren iki temel araçtır. Ne sırf bilgi, ne de sırf eylemle köklü bir değişim gerçekleştirilemez. Yukarıda öykülediğim kaymış, kağşamış, kaçıntı tipler, bilgi ateşine eylemle gidebilirler ancak. Bu tipler kıyamet kadardır. Her yerde vardır. Devrime soyunan güçler kendi saflarında bulunan bu tipleri dönüştürmek zorundadırlar. Bırakalım bunları, her insan kendisini gözden geçirmek, sorgulamak zorundadır. “Sorgulanmayan yaşam yaşamaya değmez,” der Sokrates.
Muzaffer Oruçoğlu