Doğduğum, büyüdüğüm coğrafyada çocukların en yaygın olarak oynadıkları oyun” kolcu, kaçakçı” diye adlandırılan oyundu.
Kolcu güvenlik güçlerini, kaçakçı da yöre insanını temsil ederdi. Bizim babalarımız, amcalarımız, ağabeylerimiz hiçbiri değilse bile mahallede kendimize rol model olarak nişane etiğimiz, büyüyünce benzemeyi istediğimiz büyüklerimiz ”kaçakçıydı”.
Oyunun mizanseni gereği bir kısmımızın kolcu, bir kısmımızın ise kaçakçı olması gerekirdi. Ama istisnasız biz bütün çocuklar kaçakçı olmayı isterdik. Tek başına kaçakçıyla da oyunun oynanması mümkün olmadığından kolcu olacaklar kura çekilerek belirlenme yoluna gidilirdi. Kura sonucu kolcu olanların yüzüne ağır bir hüzün çöker zaman zaman ağlayanlarımız bile olurdu. Bunun nedeni çok basitti. Sevdiklerimiz kaçakçıydı.
Çocukluğumuzun revaçtaki mahalle sohbetleri, o kahramanlarımızın atlarıyla Xet ’ı (sınırı) binlerce merminin altında, mayının üzerinden geçerek kaçaklarını nasıl getirdiklerini, bazen ise yaralandıkları halde kendilerini nasıl atlarının eyerine bağlayarak kurtulduklarının efsaneleri ile doluydu. Her mahallede en azından bir ve ya daha fazla Xet’de öldürülmüş öksüz aile, bir o kadar da kolsuz ve bacaksız çolak vardı. Bizim çocuk dünyamızda Kolcular sevdiklerimize zarar veren ekmeğimize aşımıza göz koyan bizi açlığa mahkum etmeye çalışan kurumun adıydı.
Kolculara kinimiz onları kendimizden saymamamızın nedeni bu kadar derindir.
Çocuk halimizde bile kolcudan saklanır bize zarar vermesinden korkardık. Onların bizi tanımasından sakınır, varlığımızdan haberdar olmalarını istemezdik. Çocuk yaşımızda olmasa bile, biz rol modellerimizin, büyüklerimizin yaşına geldiğimizde bize mutlak zarar vereceklerine emin gibiydik. Çünkü büyüdüğümüz de kaçakçı olacağımızı kaçınılmaz sanırdık. Zira her gün mahallelerimiz yüzlerce kolcunun baskınına maruz kalır didik didik aranır, büyüklerimiz gözümüzün önünde tartaklanır yaka paça cemse araçları ile bizden koparılıp uzunca zaman görmeyeceğimiz, büyüdüğümüz de öğreneceğimiz cezaevi diye adlandırılan yerlere götürülürlerdi. Çocukların, kolcudan korkusu ve nefretinin şifresi burada gizlidir.
Kaçak dedikleri ise acem elinden, Halep’ten yada Zahok’dan gelen birkaç metre kumaş, çay ya da tütündü. Elde etikleri gelir ise kışlık zahiresini bile karşılamaya yetmeyecek kadar cüziydi. Kolcu tarafının kaçak dediği ekmeğimiz aşımızdı. Bunun dışında yapılanın suç olduğuna kimsenin yöre insanını ikna etmesi mümkün değildi. Zira kim ne derse desin yaşadıkları onların ekmeği aşı ve onurları içindi. Ölüm bu yolda cellatın fermanıydı.
Bir sabah uyandıklarında kendileri hariç dört düvel dünya karar vermişti. Abisi Irak diye bir devletin vatandaşı, Ablası, Suriye vatandaşı olmuştu artık. Kendisi de Türkiye diye bir devletin uyruğun da Türk diye adlandırılmıştır. Amcasının İran diye bir devletin vatandaşı olmak zorunda bırakılmasının bedelini babasının yüreğine yenik düşerek ödediği düştü aklına. Sitem etti, bu yazgısına, keşke bu coğrafyada hiç doğmasaydım diye geçirdi içinden. Ama bütün bunlar nafileydi. Emir kesin buyruk tartışılmazdı. Bundan gayri aile parçalanmış olarak, farklı devletlerde, birbirine yabancı yaşaması emir buyrulmuştur. Birlerinin kurtuluşu onların esareti olmuştur. Ne suç işlemişlerdir ki, bu ceza onlara reva görülmüştür? Sorusuna hiçbir zaman akıl sır erdirememişlerdir.
Ondan sonradır ki, ferman muktedirin, dağlar onların mekânı olmuştur. Kaçakçıya, eşkıyaya çıkar olmuştur adları. Pasaporta ısınmamışlıkları, ölümlerini kaçınılmaz kılmıştır. Baba serı xehni’de (ceylan pınar) oğlu aynıl rest’e (ceylan pınar’ın Suriye’de kalan öteki yarısı) kalakalmıştır, daha dün tek bir şehir değil miydi burası?
Demir yolu bir yılan gibi kıvranarak kıtaları birbirine yaklaştırıyorken bu şehrin orta yerinde bir hançer yarası gibi aileleri parçalayarak, birbirinden bu kadar uzaklaştırmasının meşru olduğuna kim onları ikna edebilir. O demir yolu değil mi ki binlerce yüreği tam orta yerinden parçalayan. O demir yolu değil mi Xet (sınır) olacak binlerce çocuğuna mezar bir o kadarın sakat olmasına neden olacaktır. O demir yolu değil mi ki, bir kara leke gibi acılarıyla tarihlerine kazınacak. Hangi kutsal amaç kardeşlerin hısım akrabanın görüşmesini suç sayabilir? Hangi adalet duygusu bu haksızlığa uymayı boyun eğilmesini isteyebilir? Onlar da uymadılar bu kendilerine rağmen, suçu olmadan kesilen cezaya. Uymalarını da kimse onlardan beklemesin.
Uludere’de yaşanan insanlık trajedisinin her geçen gün karanlıkta kalan yönleri yavaş yavaş gün ışığına çıkmaya başladı. Aralarında Diyarbakır barosunun da olduğu sivil inisiyatifin bölgede ölenlerin yakını ve görgü tanıkları ile görüşüp hazırladıkları rapor insanlık suçunun vesikası niteliğindedir. Raporda “bölgede gelir getirecek bir faaliyet olmadığı için vatandaşların genelde sınırın diğer tarafından sigara, mazot ve gıda ürünü getirerek geçimlerini sağladığı, olayda ölen sivillerin, askerlerce bilinen tanınan köy çocuk ve gençleri olduğu belirtildi. Sağ kurtulanların, ‘Dur’ ihtarı veya uyarı almadıkları, güvenlik güçlerinin sınır ticareti nedeniyle yapılan bu gidiş ve gelişlerden genelde haberdar oldukları, kendilerine müsamaha gösterildiği, olay günü yükleri ile sınıra geldiklerinde askerlerce dışarıda tutuldukları, dışarıda tutulan iki üç grubun biriktiği, önce aydınlatma fişeği ve top atışı yapıldığını, sonra da uçaklarla 1-1.5 saat bombalama yapıldığı” vurgulanmıştır. Yazılanlar geçen zamana inat hiçbir şeyin değişmediğini yeniden bize gösterir niteliktedir. Egemen zihniyeti mi dediniz. Yaşananlara inat onlarda değişmeden eski tas eski hamam misali yollarına devam etmektedir. 35 suçsuz yurttaşımızın insanlık dışı yöntemlerle katli, 35 yerimizden insanlığımızı sıyırarak alıp götürürken bizden. İnsanın avazı çıktığı kadar, Ey insanlık nerdesin. Daha ne kadar Kaf dağının ardında yata kalacaksın. İn artık yeryüzüne diye bağırası, Havar diyesi geliyor.
*xet. Suriye Türkiye coğrafyasını sınır diye bölen tren yolunun Kürtçe adıdır.
Mahmut BALPETEK
yalansz.wordpress.com adresinden alınmıştır.