Yaşadığımız bundan daha güzel anlatılabilir mi, bilmiyorum. Öfkeliyiz, öfkemize olan aşkımızla, inancımızla kendimizi yeniden ve yeniden doğuruyoruz. Düzenin bir türlü yok edemediği insan, yeniden doğuruyor kendisini. Yeniden ve aşkla… Bir aşkı yaşıyoruz, hepimizi her gün kendimize gebe bırakan, kendimizi yeniden doğuran, doğurtan, doğurgan bir aşkı.
Nefret, uzun süredir ilk kez sadece kendine ve aşka güvenen adımlarımız karşısında alnındaki damga ile çaresiz. Tek çareleri, bize bu aşkı unutturmak, yan yana yürüyüşümüzü bozmak ve karanlığı yamamak.
Marquez, muhteşem romanı Kolera Günlerinde Aşk’ın bir yerinde şöyle diyordu hafızam beni yanıltmıyorsa: “İnsanlar bir kere doğmazlar. Bu iş annelerinin onları doğurduğu gün bitmez. Fakat hayat yeniden ve yeniden onları kendilerini doğurmaya mecbur eder.” İşte tam da böyle bir dönemde yaşıyoruz. Yeniden doğuyoruz. Düzenin bir türlü yok edemediği İnsan, yeniden doğuruyor kendisini. Yeniden ve aşkla… Bir aşkı yaşıyoruz, hepimizi her gün kendimize gebe bırakan, kendimizi yeniden doğuran, doğurtan, doğurgan bir aşkı.
Bir aşk yaşıyoruz. Hem de kolera günlerinde… Kolera mı? Marquez, kitabın başlığında bu sözcükle bir kelime oyunu yapmaktadır aslında. Zira, pek çok batı dilinde olduğu gibi İspanyolcada da kolera, öfkeli manasına da geliyor. “Öfkeli günlerde aşk” Yaşadığımız bundan daha güzel anlatılabilir mi, bilmiyorum. Öfkeliyiz, öfkemize olan aşkımızla, inancımızla kendimizi yeniden ve yeniden doğuruyoruz.
Bizden bir şair, Edip Cansever, “bir aşkı yaşamak, bir aşkın bilinmesinden bambaşka değil miydi?” diye sormuştu. Ne kadar doğru soru… Biz uzun süredir, bir aşkı bilmiştik. Ağabeylerden, ablalardan, fısıltılı aile konuşmalarından duyup sevmiştik aşkın kendisini. Düşünmüş, düşlemiş, anlamıştık onu. Kitaplardan okumuş, filmlerden izlemiş ve daha çok sevmiştik. Bu aşk hakkında konuştuk, hangimizin daha çok sevdiği konusunda sık sık tartıştık. Kitabîydi aşkımız. Oysa şimdi aşkı yaşıyoruz… Ve başka. Okuduklarımız, konuştuklarımız, düşlediklerimiz yardım ediyor elbette. Ama aşkın gücü yeniden şöyle bir baktırıyor, aşkın yaşamadan bildiğimiz yüzüne. Kitaptan okuduğumuz, düşlediğimiz, bildiğimiz ve var etmeye çalıştığımız aşkı yaşıyoruz ve yine şairin dediği gibi o kadar yeni bir anlamda söylüyoruz ki söylediğimiz her şeyi…
Edgar Allan Poe diyordu ki aşktan büyük bir aşkla sevdik biz. Sonra yine bizden bir şair, Turgut Uyar, duyguları aşktandı diyordu, çok aşktan. Evet, böyle sevdik, aşktan büyük bir aşkla, çok aşkla ve bugün buradayız. Bu çokluğumuzdan olacak, karşı tarafta sadece nefret kaldı. Aşkımız kadar büyüdü bu nefret… Bu nefretin aramızdan aldıkları var, yitirdiklerimiz. Nazım’ın dizelerindeki gibi, şarkılar ve bayraklarla bir bayram günü nümayişe çıkar gibi çıkmışlardı yola, genç ve fütursuz. Yitirdik onları… Yitirdik ve geleceğe gönderdik. Levinas’ın aşk tarifindeki gibi, yeterince gelecek olmayan ancak olanaklıdan daha uzak bir geleceğe gönderdik onları. O gelecekte muhakkak yaşayacaklar. Ve vücutlarından bir parçayı, kanlarını sokaklarda bırakan arkadaşlarımız… Onların bedeninden ve hepimizden bir parça kopardı bu nefret. Ve bir şey öğretti: Bu karanlık karşısında teker teker biraz eksiğiz, birlikte bir o kadar fazla.
Kurtuluşumuz bir aşki karanlıktan diyor ya Uyar, doğrudur. Zifiri bir karanlıkta başladı bu aşk. Karanlığın ta derinlerinde bir aşki karanlık yarattık. Terli karanlık, nefesimizi kesen, gözü yaşlı, kanlı karanlık, ağzımızdaki o sonsuz acının karanlığı. Bu aşki karanlıktan yeşerecek, efsunlu bir sözcükle başlayacaktı her şey. Öyle de oldu. İsyan, işte o efsunlu sözcükmüş. Aşk dolu… Yırttı karanlığı ve bize aşk kaldı. Milyonlar fısıldayınca bu sihirli sözcüğü, bize bu memlekete yeniden aşık olmayı öğrettiler.
Şimdi aşkımızla, yırtılan karanlık içinde metalik sesler eşliğinde, yan yana yürüyoruz ve durduramıyorlar. Nefret, uzun süredir ilk kez sadece kendine ve aşka güvenen adımlarımız karşısında alnındaki damga ile çaresiz. Tek çareleri, bize bu aşkı unutturmak, yan yana yürüyüşümüzü bozmak ve karanlığı yamamak. Bu sebeple yıllar önce aşklarını üç otuz paraya satanları önümüze akıl hocası diye koyuyor, bu nedenle aramıza adımlarımızı bozmak için çelme takmakla görevli memurlar sokuşturuyorlar.
Mühim mi? Değil, ancak tek bir koşulda. Bütün bunları da işte bu nedenle yazdım. Yırtılan karanlık bir daha yamanmasın, yürüyüşümüz, bu sonsuz akış bozulmasın, yıllar sonra bulduğumuz aşkı unutturamasınlar diye. Aşkın en yalın haliyle gördüğümüz özelliğini gizleyemesinler, aşkın muhataplarını aşan bir kolektivite inşası olduğunu aklımızdan bir saniye çıkaramasınlar diye. El ele verince ve ancak kendi gücümüze inanınca büyüdüğümüzü, yeniden doğduğumuzu, aşkın bir dayanışma hali olduğunu anlatmak için yazdım.
Bu noktada imdadıma sevgili arkadaşım Burak Özçetin yetişti. Bir kaç gün önce Facebook’ta Kemal Okuyan’ın örgütsüzlüğün meziyet gibi gösterilmesine itiraz eden yazısını paylaşmıştım. Burak, bu paylaşımın altına bizim kalabalıklara “talip olmamız”a şakayla karışık gönderme yaparak “Abi bence seviyosan git konuş” yorumunu yaptı. Şimdi yapılacak olan tam da budur. Gün, yanına gidip, yan yana yürüdüğümüz, barikatta dans ettiğimiz sevgiliye açılma, aşkımızı açığa çıkarma günüdür. Onunla metroda, fabrikada, okulda, mahallede öpüşme günüdür.
Aşk mı?
Aşk örgütlenmektir, dostlar bir düşünün.
Hele ki şu kolera günlerinde hepimiz yeniden doğarken…
Galip Munzam
www.dunyalilar.org