Bağlanma, bağlılık, bağımlılık sorunsalı üzerine
En sevdiğim kitaplardan biridir Mülksüzler. Edebi yönünüyle pek değerlendiremem ama aklımda uyandırdığı hayale hayranım. Aya giden ve orada sınırlı kaynaklarla çalışan, seven ve dayanışan anarşistler fikri harika düşünceler uyandırıyor. Dünyada hayalini kurduğumuz insanca yaşam; mülkiyet, devlet, hiyerarşi evlilik gibi kurumlar olmadan ayda kuruluyor.
Romanın kahramanı Shevek atalarının kaçtığı eski dünyayı merak ediyor, anlamak ve karşılaştırmak adına bilim insanı kimliği ile eski dünyaya dönüyor. Çok içeriğe girmeden 4 yıl boyunca kapitalizmin hüküm sürdüğü eski dünyada kalıyor. Hayat arkadaşına döndüğündeki hislerini şöyle ifade ediyor: “Doyum diye düşündü Shevek, zamanın bir işlevidir. Zevk arayışı döngüseldir, yinelenir, zaman dışıdır. Çeşitlilik arayışı hep aynı yerde son bulur. Bir yolculuk ve dönüş değildir, kapalı bir çevrimdir, kilitli bir odadır, bir hapishanedir.”
Komşunun, komşu külüne muhtaç olduğu yoğun ve anlamlı ilişkiler ağından kendi kendine bağımsız şekilde ayakta duran bireye, olumlu atıfta bulunan bir bilince doğru yönlendiriliyoruz. Aslında kendi başına bir amaç olan diğerleri, bir araç olarak bireyin kullanımına açılır. İhtiyaçlar esnek, değişken ve kısa ömürlü olduğundan bir bağ kurmayı dışlar. Dayanışma ya da uzlaşma bilinçli şekilde saf dışı kalır. Bağlılık algısını da bozan bu düşüncede bağlılık ve bağımlılık bilinçli şekilde çarpıtılır. Oysa biri güçlendirirken diğeri zayıflatır. Bu şartlarda bazen tek seçeneğimizin kendi bireysel bilincimizi uyanık tutmak olduğunu düşünüyor ve böyle yaşamaya çalışıyoruz. Ama sürekli bir yerlerden yenik düşürüyor ve dayanışamıyor, değiştiremiyoruz.
Güveneceğimiz bir yaşam yerine sürekli gereksiz tehditlerle korunmaya çalıştığımız bir alan, bizi giderek daha korkak ve birbirimizden kopuk hale getiriyor. Bu durum tüketime isteğimizi canlı tutarken yönetilmemizi daha kolaylaştırıyor. Mesela oturduğum apartmanda neredeyse her evde birkaç çocuk var ama çoğunluk çok küçük yaşlarda çocuğunu anaokuluna göndermeyi tercih ediyor. Oynayacakları alan ve yeterli sayı varken neden bir an önce okul cenderesine sokabiliyoruz demeden edemiyorum. Ama sebebi malum; savruluyoruz… Anaokulu sahibi kazanıyor ve çocuklar küçük yaşta okulun disipline edici pratiklerine (Okulda yeterlilik ölçütü komut alabilmesi) maruz kalıyor.
Aslında yanlış ideolojik sapmaların arkasında da yine doğru şekilde bireyselleşemeyen insan faktörü var. Tüm bağlarını yitiren insan soyutlanmış, yönsüz ve paramparçadır. Hazlarıyla yönetilen insan daha fazla bağımlı ve doyumsuz hale gelir. Hayatını sürekli bir doyuma ulaşma çabası içinde anlamsız ve önemsiz şekilde tekrarlar. Eric Fromm’un ifade ettiği şekilde; bireyin değersizliği fikri, kendi gücüne güvenme yetisinden yoksun oluşu, Hitler’in ideolojisinin de ana temasıdır. İçi boşaltılmış sahte özgürlük hali ve önemsizlik hissi bezdirici olduğundan, birey belli bir din veya ideoloji içinde olmayı, kendini bir güce teslim etmeyi tercih eder. Bu bağımlılık halinin eski tatlı bağlarının yerini tutmasını umar.
Kaçabilmenin kolaylığı özgürlük yanılsamasını artırır. İş değiştirmeyi esneklik olarak tanımlayan bir sistemde, yüzeysel ilişki durumunu özgürlük olarak tanımlar olduk. Kaçmayı değişimle gerekçelendirmek yanılsamayı güçlendiriyor. Oysa buradaki değişim sığ ve kolaycıdır. Kaçtığımız belki de sadece bağlanmanın verdiği acıdır. Sanal bir dünya hayali kurarak, dokunmadan, titremeden, yanmadan ve acı çekmeden en az zararla kaçmayı içgüdüsel bir durum olarak algılayabilirsiniz. Ama fiziksel acılardan kaçmaya benzemez duygusal acılardan kaçmamız. Sonuçları yıkıcı olabilir bu kaçışın. Çünkü özünde sorumluluktan, işbirliğinden, dirençten ve vicdandan kaçmış oluruz. Oysa duygusal acılar yapıcıdır, çoğunlukla dayanmak ve beklemek gerekir.
Günümüz ikili ilişkilerini genellikle bağımlılık kavramı altında değerlendiriyorum. Taraflar kaçamıyorsa bağ kurmayı deniyorlar. Ancak bir süre sonra birliktelik güç oyunlarına dönüşüyor, bağımlı olma ve bağımlı hale getirme pratikleri işlemeye başlıyor. Bu ilişkide taraflar tek başına olmaktan, güçsüz hissetmekten kurtulurlar ama mutsuzluk ilişkinin üzerine kabus gibi çöker. Güçlü taraf birini kendine bağımlı hale getirdiğinden muzaffer hisseder. Diğer taraf ise yalnızlık, güvensizlik korkusunu yenmiş olduğundan daha az acı çeker. Her iki taraf için de yaşanan bu bağımlılık halinin bedeli ağır olur; mutsuzluk. Daha çok hapsetme, daha çok başkasının beninde kaybolma ve daha fazla bilinç yitimi nihayetinde şiddet.
Sahiplenmeden ait olma hali belki de bağlılığın en güzel tanımı.
Bağlanmak ve bağımlılığı şöyle ayırt ediyorum. Bağ; bağlarsa bağımlılık, bütünler ise bağlılıktır.
İnsanın evi olmalı. Gidip geldiği içinde volta attığı bir hapishanesi değil, her gün yolculuklara gittiği ve döndüğü bir evi olmalı. Geçmişi, geleceği sürekli hale getiren ve zamana karşı yenilmediği bir bağı olmalı. Shevek’in söylemiyle zamanı bir bütün haline getiren bağlılık insan gücünün köküdür, onsuz yapılacak hiçbir şey iyi olamaz. Bağlılık güven verir, duyarlı hale getirir, bilinç yükler, her rüzgarda savrulmamızı engeller; aileye bağlılık, doğaya bağlılık, sevgiliye bağlılık, sınıfına bağlılık kitleselleşmeye karşı en değerli argüman bence. Kendini bütüne ait parçalardan biri olarak hissetme sanırım son yüzyılda yaşadığımız kopukluğun, kayıtsızlığın da ilacıdır. Bütünle tamamlanma hali iyi gelecek bize.
Hediye Çınar Ekinci