Bazı küçük, belki de en başta önemsiz görünecek anlardan bahsetmek istiyorum hep. Birkaç farklı zamanı biraraya getirince başka türlü gözüküyorlar çünkü. Bazen küçük anların içinde kendimce önemli anlamlar buluyorum. Bazen yaptıklarımın ve inançlarımın bu önemsiz anlara ne kadar bağlı olduğunu fark ediyorum. Bazen bir anın içinde o kadar çok yük oluyor ki… Kalın bir tarih, arzular, ideolojiler, itikatler… Gördüklerimi sevmiyorum. Gördüklerim beni karamsarlığa sevk ediyor. Ancak bu en ince ayrıntılara sinmiş karamsarlığımın içinde aslında umutluyum: O yüzden yazıyorum zaten. Başka türlü olunabileceğini/ olabileceğini düşündüğüm için yazıyorum.
İyiler ve kötüler olarak dünyayı ikiye ayıramıyorum. Bush’a, Hitler’e veya Hrant’ın katili Ogün Samast’a “kötü” demeden önce uzun uzun düşünüyorum. Kötülük benden ayrı bir yerde durmuyor çünkü. Kendi hayatım ile bu andığım kişilerin eylemleri arasında bir ayrımdan ziyade bir süreklilik görüyorum. Neleri paylaştığımızı düşününce, hangi ortak kozmolojileri kullandığımızı, hangi tasavvurlarla beslendiğimizi fark ettikçe içim ürperiyor. Tarihin hepimizi zannettiğimizden çok daha kapsamlı bir şekilde sardığını ve birleştirdiğini gördükçe mücadele etmemiz gerekenlerin pis kapitalistler, aptal faşistler, silah tüccarları ve diktatörlerle sınırlı olmadığını anlıyorum. Güzel duygular ve iyi niyetlerimizin, bilimin ve insancıl sosyal teorilerin kötülük ve şiddetle ne kadar çok unsuru paylaştığını, nasıl da ortak bir tarihten beslendiğini gördükçe konuşamaz oluyorum. Biri diğerinin saptırılmış hali ya da kötü insanların elinde değişmiş bir türevi değil; bu kadar basit değil.
Örneğin toplumları Darwinci evrim teorileri ile açıklamanın, yani sağlıklı olanın yaşamaya devam etmesi gerektiğini, sağlıksız olanın ise yok olmasının gerekli olduğunu iddia etmenin ırkçılıkla nasıl el ele gittiğini biliyoruz. Nazilerin genetik bilimini, antropolojiyi ve evrim teorisini nasıl harmanladıklarını biliyoruz; ama mesela Marksizmin benzer bir tasavvurdan beslendiğini, Marks’ın feodal toplumun burjuva toplumuna bunun da sonradan komünizme evrileceğini buyurabilmesini mümkün kılan tarihsel tasavvurun nazizmi mümkün kılan fikirlerle nasıl ilişkili olduğunu atlıyoruz.
Marks bir hümanist; ama bu hümanistliği onu Asya toplumlarının (Asya tipi üretim koşullarının, Asya tipi hayatın) bir tarihsel zorunluluk olarak yok olması gerektiğini buyurmaktan alıkoymuyor. Yani Marks sadece “diyalektik” bir ilerleme fikrini değil, evrimciliği, hayatta kalma savaşını, birinin birini bir zorunluluk olarak geçersiz kılmasını savunuyor. Bütün tarihsel anlatısı bir mücadele çevresinde örülüyor: İnsanlar ve toplumlar mücadele eder! Ancak bu yolla toplum bir üst modele doğru evrilir. Batı’nın o dönem dünyanın geri kalanını hakimiyeti altına almasıyla ortaya çıkan bir hissiyatın hem Disraeli hem Marks tarafından paylaşılması var burada. En gelişmiş addedilenin diğerlerini geçersiz kılacağını, bertaraf edeceğini tebliğ eden bir inanç var. Elbette bunun koşulu geçersiz kılınan medeniyetler, hayatlar, yaşama şekilleri. Tanınmayan, anlaşılmayan, es geçilen… Hitler Polonya’yı Almanlar’ın yaşam sahası olarak “boşaltmaya” başlar; Marksist ideallerden farkı vardır elbette: Yaşama şekillerinin yanında doğrudan yaşayanları da öldürmeye koyulur.
Ortak bir tarih var aralarında: Marks’ın kibrini, Hitler’in tutkularına bağlayan bir itikatler silsilesi… Irkçılıkla Marksizmin onlarca türevi arasında mekik dokurken aklıma şu geliyor: Birini diğerinin ilacı olarak düşünebilir miyiz gerçekten? Avrupa medeniyeti ürettiği sorunlara aynı şekilde çözüm üretecek kudrette mi? Dünyanın geri kalan toplumlarını az gelişmiş olarak imleyen bir medeniyetin iki çocuğunun didişmesinden başka ihtimal yok mu?
Elbette bu ikisini alıp aynı kefeye koyma niyetinde değilim, elbette ne kadar farklı olduklarının ve bu farkların hayatla ölüm kadar keskin olduğunun bilincindeyim. Ancak birini yerin dibini batırıp diğerini göklere çıkarmama engel olan şüpheler var içimde. İnsanlara iyilik götürmek namına yutmam gerekenlerden rahatsızım:
Hesaplanabilir bir dünyadan, verimli üretimden, endüstrileşmeden, insanların ihtiyaçlarını genişletmeyi ve tükettiklerini arttırmayı temel hedef olarak göstermekten, başka yaşama tasavvurlarını geçersiz ve düşük addetmekten… Bütün bu iyi niyetli inançların ıskaladıklarını bile bile Marksizme nasıl bir iyilik biçebilirim? Daha da önemlisi, Marksizmin kapitalizmi mümkün kılan ortak bir tarihten esinlendiğini, kapitalizmle mücadele ederken aslında olabilecek başka türlü mücadelelerin önünü kapadığını, bazı temel varsayımlarının bir kısmının tehlikeli, vurdumduymaz ve haddini bilmez olduğunu görüyorken nasıl coşku duyabilirim?
Birkaç gün önce bir yemek masasında büyük bir vakarla kadın sorununun tali olduğunu, asıl toplumsal çelişkinin sınıfsal olduğunu, kadınların üretim ilişkilerinin düzelmesiyle otomatik olarak erkeklerle eşit hale geleceklerini anlatan ve solcu kimliğini yakasında dolaştıran bir adamı dinledim. Adamın yanlış buyurduğunu örneklerle anlatmaya çalıştım, bendeki de ne akılsa, cevap olarak kendisinden sosyoloji ile felsefe yapılamayacağına dair özlü bir söz işittim. Ne demekse bu? Her neyse, adamın uydurma saptamalarından çok daha can sıkıcı bir durum var aslında ortada: Sınıf çelişkisi dünyayı kendi hakikatiyle boğabilir. Geri kalanı tali olarak işaretlemek, “son tahlilde” gibi sözlerle es geçilenin (mesela ataerkilliğin, mesela eşcinsellere uygulanan şiddetin) üstünü örtebilir. Bu adamın dinazor olduğunu ileri sürüp görmezden gelmek yerine bu cümleyi söyleten arkaplanı incelemek önemli; çünkü sol bir devrime kadar askıya alınan onlarca farklı yaşama ihtimalini anlatan çok kalın bir yazın var halihazırda. Dünyayı açıklamak için üretim ilişkilerinin yeterli olduğu ileri sürüldü aynı yemek masasında, tarihin motorunun sınıf çelişkisi olduğuna dair antropoloji ve tarih fukarası tezler ileri sürüldü. Bir cümle özellikle dikkat çekiciydi: Baktığımız her yerde sınıf görüyoruz, o zaman Marksizmin empirik bir gerçekliği olmak zorunda.
Bu cümleyi mümkün kılan düzeneğin ne kadar karmaşık olduğunu anlatabilmek nasıl mümkün olabilir? Aklıma isimler geliyor, ancak hiçbirini kolayca dile dökemiyorum, bu küçücük cümle aslında nasıl da kalın bir tarih içeriyor: Dipesh Chakrabarty oku, Gayatri Spivak oku, Foucault oku, Castoriadis oku, Said oku… Marks oku! Çok derinlere kök salmış hakikatlerin aslında bir tarihi olduğunu nasıl anlatabilirim bir masada, bana müsade edilen yaklaşık yirmi saniyede? Bakınca görmek! Tek bir cümle çıkabildi ağzımdan masada: Buna tarih diyoruz… Ancak ne tarih kelimesinin anlamını ne de insanın gördüklerini var eden sosyal ilişkiler ağını açıklayabilmem mümkündü.
Üzücü; çünkü bu cümlenin içerdiği kibri anlatabilmeyi isterdim. Söyleyenin şahsından, karakterinden bahsetmiyorum. Cümlenin kendisi burada ilgimi çeken: Herhangi bir iddianın, ufak görünen eylemlerin ve anların nasıl mümkün olduğunu, nelerle ilişkiye geçtiğini, neleri sırtında taşıdığını görmek mücadele etmenin aslında ne kadar kapsamlı olduğunu gösteriyor. Uluslarası şirketlerle mücadele etmek yeterli değil ya da kötülerle ya da katillerle… Anlam dünyamızın, hakikatlerimizin, inançlarımızın, bakınca doğal olarak görmeye alıştıklarımızın tehlikelerini unutma lüksüne sahip değiliz. Anlaşıldığını umuyorum ancak gene de üstüne basa basa söylemem lazım: Burada tüm teorileri çöpe atmayı ya da oluşturduğumuz tüm gerçekliğe sırt çevirmemiz gerektiğini söylemiyorum; ancak ortada bir tehlike var ve bunun içine düşmek zorunda değiliz.
Üretim ilişkileri diye özetleyiverdiğimiz dünya tarihi, farkın ve farklılığın nasıl oluştuğunu anlatamaz. Çeşitlilik namına ne varsa, burjuva toplumunun ve onun veliahtı komünist toplumun önceli olarak sabitlenir. Çin’in geniş platoları, Pamir dağının tepesindeki Kırgızlar, Amazonlar, Trobriand adasının yerlileri… hepsi bizim giydirdiğimiz bir elbiseyle çıkarlar sahneye. Sembolik evrenin ve toplumsal tasavvurların hepsi üretim ilişkilerinin bir kipine indirgenir. Anlam bir nedensellik arayışında son bulur. Anlam ve yaratıcılık hapsedilir; anlamın taşıdığı imkanlar üretim ilişkilerinin bir sonucu (tezahürü) olarak işaretlenip es geçilir. Mesela, Hindistan’ın tanrıları ekonomik süreçlerin bir fonksiyonu olarak yan tarafa itilir, ikincil ilişkiler olarak kenara kaldırılır. Hindistan’ın tanrıları ve Iroquois yerlilerinin totemleri analizin muhteviyatını değiştirmeyen bir çeşitlilikten, öteye gidemez. Şaşırtıcı bir antropolojik bulgu olarak kaydedilip rafa kaldırılır. Modern insanın modern olmayandan öğreneceği bu kadardır.
Bunları, üretim ilişkileri ideolojileri ya da ideolojiler üretim ilişkilerini belirler şeklinde bir sonuca varmak için yazmıyorum. İkisi karşılıklı olarak birbirini belirler demek de istemiyorum. Asıl demek isteğimi Castoriadis’ten alıntılıyorum: “(…) Birbirini değiştirsin ya da değiştirmesin, farklı iki kurum olarak düşünülen ekonomi ve ideoloji, aslında tarihsel gelişmenin çok yakın bir döneminde ortaya çıkmışlardır.” Yani tarihten bağımsız teorik kategorilerimiz varmış zannetmek; bunları bütün toplumlara sorunsuz uygulamak mümkündür diye düşünmek; Marks’ın ne zaman neresi hakkında yazdığını unutmak; Marksist teoriyi “anlamak” için değil, geçmişi, bugünü ve geleceği ipotek altına almak için kullanmak güçlüyle işbirliği yapmaktan başka anlama gelmiyor. Bütün anlamların ve aslında insan yaratıcılığının tek bir anlama indirgemesine itiraz ediyorum. Çelişkileri yok sayarak oluşturulan sistemleştirmenin, ucu kapanmış, tamamlanmış bir teorinin tehlikeli olduğunu söylüyorum. Kavramlarımızı, niyetlerimizi, düşünme şeklimizi, bakınca gördüklerimizi sorgulamamız gerek. Zincirlerimiz asıl olarak bu noktalarda.
Eleştirimin asıl hedefi Marksizm değil. Genel olarak dünyayı daha iyi bir yer yapmak parolasıyla hareket edenlerin itikatleriyle uğraşıyorum. Daha özgür, daha mutlu insanlar gibi ayağı yere basmayan dileklerin arkasına baktığımda korkaklık, işbirliği ve bağnazlık görüyorum. Kendini ilerici addedenlerin bağnazlığı korkutuyor beni en çok: Aydın despotluğu. Serbest piyasa ekonomisi, ulus projesi, modern idealler, Batı’nın hayaleti, oryantalizm… Hepsinin içinden geçerek özgürleşmek, buna dair iyi niyetler beslemek ne anlama gelir?
Tekrar ediyorum: Umutlu olduğum için yazıyorum. Her eylem bir tür biat etmektir, işbirliği içerir diyerek arkamı dönecek değilim. Çünkü başka türlü iş yapmaya çalışan eylemcilerin/ düşünürlerin varlığını biliyorum.
Bu konularda itikatsiz ve şüpheci olmanın önemine inanıyorum. Sivil piyasa toplumu savunucularının, insan hakları çığırtkanlarının, Hrant Dink’in ölümü vesilesiyle Türkiye’nin karanlık yüzüne savaş açanların, Türkiye’nin laik demokratlarının mücadelesinden umutlu olmadığımı söyleyebilirim. Ürettikleri birçok projenin varolanı yeniden ürettiğini düşünüyorum. Önce şu mazbut düşünceleri yerlerinden oynatmak lazım. Korkak, bağnaz , belli sınırların dışına taşamayan /taşmak istemeyen, başka bir dünya denildiğinde daha adil bir ekonomi/ daha şefkatli bir modernizm dışında tek bir fikir üretmeye yanaşmayan beyinleri zorlamak lazım.
Sezai Ozan Zeybek
http://ozanoyunbozan.blogspot.com.tr/