Arka Bahçemiz

Kralın Soytarıları Üzerine

Eğer tek bir insanın önünde eğiliyorsan, geri kalan bütün dünyaya hükmetsen boştur, değmez.

 

“Bir gün karanlığın olmadığı bir yerde buluşacağız.” [1]

Totaliter rejimlerde esas aktörün yanında, iktidarın nimetlerinden, kemiklerinden yararlanan, ikinci, üçüncü sınıf insanlar vardır. Bunlar yüksek düzeyde yöneticilerdir. Bunların Kral’ın soytarısından farklı bir işlevleri yoktur, onun ağzına bakar, dediklerini eksiksiz yerine getirirler. Bunlar Kralları için yaşarlar. Onunla bütünleşmişlerdir. Çünkü kendilerine özgü işlevsel bir yanları yoktur. Birisi gider, öteki gelir; fark yoktur aralarında.

Francis Bacon bu tür insanlar için, “Kişiliklerinde özgür değillerdir.” diyor.  Ben de Nietzsche’nin deyişiyle yanıt vereceğim: “Bir de kişilik yoksa…” Kişilik yoktur bu tip insanlarda, eğilip bükülürler sürekli. Ve hep harcanırlar, sonları kaçınılmaz olarak çöplüktür. Onları çöpe atan da, bizzat her şeylerini adadıkları Krallarıdır.

Aşağıdaki alıntıda, Francis Bacon işte tam bu konuyu anlatmış.

“Yüksek görevdeki kimseler üç bakımdan kuldurlar: devlet başının ya da devletin kulu, ünün kulu, gördükleri işin kulu. Bu yüzden, ne kişiliklerinde, ne davranışlarında, ne de zamanlarında özgürdürler. İnsanın, özgürlüğü pahasına bir güçlülük ardında koşması, ya da başkalarından güçlü olmaya çalışırken kendi üzerindeki gücünü yitirmesi, yadırganacak bir özlemdir. Bir göreve yükselmek çetin bir iştir; insan çabaladıkça yeni güçlüklere sürüklenir; zaman zaman küçülür, onursuzluk yoluyla onur kazanır. Yüksek görevlerin tabanı kaygan olur, buralardaki insanın sonu ya yuvarlanmak ya da en azından gözden düşmektir. Pek iç açıcı bir şey değildir bu: “Cum non sis qui fueris, non esse cur velis vivere. (Eskiden olduğun gibi değilsen, artık yaşamak istemeni gerektirecek bir şey kalmamıştır.)” [2]

İnsanların neden bir koltuk için, iktidarın bir parçası olmak için yırtındıklarını anlamak kolay değildir. İkinci, üçüncü derecede iktidar olan herkesin üzerinde de bir iktidar vardır.

İnsanların neden bir koltuk için, iktidarın bir parçası olmak için yırtındıklarını anlamak kolay değildir. İkinci, üçüncü derecede iktidar olan herkesin üzerinde bir iktidar vardır. İnsan, Bacon’ın dediği gibi onurunu da kaybeder iktidar yolunda. Çünkü iktidar kavramı, mantık, onur üzerine kurulmaz. Amaca giden yolda her şey mübahtır iktidar yolunda. Ve iktidarın verdiği yanılsama ile, iktidar sahiplerinin gözü kör olmuştur .

Sistem tarafından köleleştirilmiş insanlar, boyunlarına tasma takmak için yarışırlar. Tasma, onlar için bireysel kurtuluşun ve kişisel güvenliğin bir nevi simgesidir. Sisteme, devlete ve otorite sahibi kişiye hizmet etmek için, önce kendi kişiliklerini çiğnerler. Bu bir çeşit ritüeldir. O kadar ki adeta en üstteki otoriter kişi, bir nevi yarı tanrı olarak görülür ve rejimin simgesine dönüşür. Bir çeşit kutsal bağlılık oluşur, en üstteki kişiye. Onun için gözünü kırpmadan canını verecek insanlar vardır. Onun tek bir işaretiyle, her şeyi yapabilecek görevliler. Onun altındakilerin hiçbir önemi yoktur, hepsi tasmalıdır. Hatta ikinci kişinin bile zerre kadar önemi yoktur. İkinci sıradaki ile en alt düzeydeki görevlinin,  en üstteki totaliter rejimi simgeleyen otoriter kişinin gözünde hiçbir farkı yoktur. İkisi de tasmalıdır bunların.

Bunlar deyim yerindeyse, “nokta kadar menfaat için, virgül kadar eğilen” insanlardır.

Bunlar deyim yerindeyse, “nokta kadar menfaat için, virgül kadar eğilen” insanlardır.

George Orwell, 1984’te şöyle der:

“Bağlılık, düşünmemek demektir, düşünmeye gerek duymamak demektir. Bağlılık, bilinçsizliktir.”[3]

Ancak bu çeşit tasmalı üst düzey görevliler, en çok birden görevden alınıp´, bir kenara atıldıklarında şaşırırlar. Bu nasıl olabilmiştir: “Devlet ve devletin başındaki kişi için her şeyi yapmış, gece gündüz ona hizmet etmişlerdir. Nasıl kendilerinden bu kadar kolay vazgeçilip, bir kenara atılmışlardır?”

Ahmet gider, Mehmet gelir, Ayşe gider, Fatma Gelir. Bu sirkülasyon ve iç değişim böylece sürer gider. “Metal yorgunluğu” değil de, iktidar yorgunluğudur bu bir çeşit. Otoriter, canı sıkıldıkça ve yeni stratejiler geliştirdikçe satranç taşlarıyla oynar, piyonları kenara alır, yenilerini oyuna sürer. Vezir bile piyondur onun için.

Bunların çoğu işlevsizleştirilir, etkisizleştirilir. Ve sistem tek adam sistemine, iktidarına evrilir. Bu yolda tasfiyelerin olması kaçınılmazdır.

Yalakalık yapmak, her istenileni yerine getirmek de yetmez. En üstteki Otoriter’in gözünde herkes sıradandır, çünkü bunları herkes yapabilir. O nedenle şu ya da bu nedenle sürekli en yakınındaki insanları harcar. Biri gider diğeri gelir. Tarih, ikinci adamların öyküsünü yazmaz. Tasmalıların, özel bir öyküsü olmaz, onlar birbirinin kopyasıdır.

Tasmalı olanlar yalnızca devlet görevlileri değildir. Bir numaralı Otoriter’in partisi, hatta yedek güce dönüştürülmüş sözde muhalif partiler, iş insanları, medya ve toplumun büyük kesiminin boynuna tasma takılmış ve köleleştirilmiştir. Görünen sözde muhalefet bile, Otoriter’e ve onun partisine hizmet etmektedir. Faşist rejimlerde, Otoriter ile onun partisini birbirinden ayıramazsınız. Çünkü Otoriter, partinin simgesidir. O olmadan, parti de var olmaz.

Totaliter rejimde her şey tek bir kişi üzerine kurulmuştur, kitle partisi tek bir kişi tarafından yönlendirilir, devlet sistemli baskı ve terör uygular. Medya tekelleştirilmiştir. Eleştirel olan medya ise, susturulmuş ya da kontrol altına alınmıştır.

Totaliter rejimde her şey tek bir kişi üzerine kurulmuştur, kitle partisi tek bir kişi tarafından yönlendirilir, devlet sistemli baskı ve terör uygular. Medya tekelleştirilmiştir. Eleştirel olan medya ise, susturulmuş ya da kontrol altına alınmıştır. Otoriter ‘her şeyi bilir’, ekonomiye bile doğrudan müdahale eder. Toplum, aynen “1984” romanında olduğu gibi, ideolojik olarak kontrol ve denetim mekanizması altında istenilen yere yönlendirilir. Bu anlamda, din, milliyetçilik, bayrak vb gibi… simgeler öne çıkarılır ve toplum bu simgelerin diliyle yönlendirilir. Bu, her şey üzerinde total bir kontroldür.

Totaliter, faşist rejimlerde en kalabalık yerler hapishanelerdir. Ancak sadece fiziki bir hapishane yoktur. Dışarısı da hapishaneye dönüştürülmüştür bu rejimde. Herkes birbirinin polisidir, toplum muhbirliğe özendirilir. Toplum hem muhbir, hem polistir rejimin bekçiliğini yapacak devletin gözünde.

İşte tam da bu noktada Foucault’nun dediği gibidir her şey: “Dışarıda bırakılmak içeri kapatılmakla aynı şeydir.”[4]

Eğer tek bir insanın önünde eğiliyorsan, geri kalan bütün dünyaya hükmetsen boştur, değmez.

Ama tarihe baktığımızda, en totaliter rejimlerin, en güçlü oldukları dönemde yıkıldıklarını görebiliriz. “Dünya liderleri” de yıkılır, bir anda güçlerini yitirirler. Tarih bize bunun hikâyesini anlatır.

Erol Anar

 

Dipnotlar

[1] George Orwell: “1984”, Can Yayınları, Çeviri: Celal Üster, İstanbul, s. 49.

[2] Francis Bacon: “Denemeler”, (Gerçek Üstüne) YKY Yayınları, İstanbul, 2013, s. 58.

[3] Orwell, age, s. 78.

[4] Michel Foucault: “Hapishanenin Doğuşu”, İmge Kitabevi Yayınları, Çeviren: Mehmet A. Kılıçbay, 2001, Ankara.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu