Günümüzde ulus-devletlerin miadını doldurduğu ve yok olmakta oldukları iddiaları adeta kabul görmüş bir bilgi olarak karşımıza çıkmakta. Ayrıca mevcut neo-liberal ideolojinin hegemonyası çıkarı küreselleştirirken izlediği politikalarla insan oğlunun yaşamını sınırlı alanlara hapsederek insanı kendi sınıf gerçekliğine yabancılaştırmış gözükmekte.
İşte bu noktada bazı kavramların tam olarak çerçevelerine oturtulması ve birbirleriyle olan ilişkilerinin incelenmesi sosyal gerçeklik bakımından içinde yaşadığımız sürecin anlaşılmasında bize daha yakın açıklama yapma imkanı verecektir. Küreselleşme kavramının hangi ihtiyaçlardan kaynaklı ortaya çıktığını anlamamız ve köklerinin yattığı yerin tespiti için tarihsel süreçte gelişme seyrine bakmamız gereklidir.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD bu savaştan ezici bir ekonomik avantajla çıktı ve Avrasya kara parçasını yeniden inşa etmeye başladı. Acil yardımlarla Avrupa ve Japonya’nın inşası için para ve siyasi enerji sarf edildi. Marshall planıyla uzun vadeli önlemlere yöneldi. Amaç: İmha edilmiş fabrikaların altyapı tesislerini yeniden kurmak, istihdam olanakları yaratmaktı. ABD’nin üretici şirketlerinin verimli ve karlı bir biçimde üretebilmeleri için dış müşteri sektörüne ihtiyaç vardı ve bunu da Avrupa ve Japonya’dan karşılayacaktı. SSCB ise ABD’nin dünya siyasi arenasındaki tek ciddi engeliydi.
1960’lı yıllardan itibaren çok uluslu şirketlerin pazarlarını genişletmesi ve fethi liberalizmin dünyada muzaffer bir güç olarak yerini sağlamlaştırmıştı. Bu süreç iş
ve ekonomi çevreleri tarafından küreselleşme kavramıyla tanımlandı. Herkesin yararına olduğu iddia edilen küreselleşme kavramı -kökenleri, iktidar ilişkileri ve sömürücü sonuçları ele alınmaksızın- uluslar arası kapitalizmin yayılmasına dair tartışmanın genel çerçevesi haline geldi. Dünya kapitalizmini şekillendiren bu olgu ekonomik, politik ve sosyal olarak dünyaya damgasını vurdu. Devamında küresel olarak adlandırılan Neo-liberalizm özellikle ABD ve İngiltere’nin resmi politikası olarak şekillendi.
Bireyci, mülkiyetçi ve serbest tip piyasa ekonomisini mutlaklaştıran bu anlayış bütün dünyaya yayıldı. Sonuç olarak “küreselleşme”, özünde kapitalizme ait birikim mekanizmasının dünya ölçeğinde belirleyiciliğinin artması sonucu ortaya çıkan olgu olarak yerini aldı. Bu anlamıyla kürselleşme hem bir süreç hem aşırı birikim sonucu açığa çıkan krize karşı geliştirilen bir strateji hem de bir ideoloji olarak ele alınmalıdır.
Küreselleşme aynı zamanda ulus devletlerin krizine de sebep oldu. Ekonominin artık hızla hareketiyle mekanın önemini yitirmesi, sermayenin sabit bir yurdu olmadığından ulusal ekonominin istatistik verilerden öteye geçememesi ve finans akışının kontrolünün büyük ölçüde kaybedilmesi ulus devletin, ulus aşırı güçler tarafından aşındırılmasına neden oldu. Günümüzde çok uluslu şirketler pazarların genişletilmesi ve ele geçirilmesinde muazzam bir güce ulaştı. Bu şirketler üretimi dünya ölçeğine tasarlayarak, tüm ekonomik kaynakları kontrol altına alarak, her koşulda belirleyici olmak ve koyduğu kurallara uymayanları cezalandırmak veya dışlamak stratejisi izlemektedir. Dünya ekonomik gücünün, ABD ve AB şirketleri ve bankalarında yoğunlaşması, dünya pazarında rekabetçi değil tam tersine onların hakimiyetinde olan tekelleşmeyi getirdi. Bir başka ifadeyle küreselleşme yeni dünya düzensizliğini de doğurdu.
Negri ve Hardt oluşan bu duruma “İmparatorluk” adını veriyor ve yeni dünya düzeninin bu olduğunu belirtiyor. Bu yeni düzen toprak temelli, gücün bir merkezde toplandığı emperyalist düzenin yerine geçen düzendir. Egemenlik, yeni bir biçim almıştır. İşte bu yeni küresel egemenlik biçimi İmparatorluktur. Yeni İmparatorlukta toprak temelli sınırlar engel değildir. İktidar merkezi yoktur ya da her yer iktidarın merkezidir. İktidar, ulus devlet içinde statik ve kişiyi tam kuşatan bir şey iken yeni dünya biyo-iktidara dönüşmüştür. Bedeni ve beyni kendi kalıplarına göre normalleştirirken esnek ve değişken ağlar kullanır. Kişiyi ekonomik, politik ve kültürel olarak kuşatır ve böylece özneleri yeniden üretir. Bu durumda küreselleşme süreci sadece bir tarihsel olgu değil ulus üstü politik iktidarın oluşturduğu bir araçtır. Bu açıdan bireysel kimliğin patlaması, tüketim siyasetinin hakim bir konum kazanması, bireyin davranış kalıbının küresel bir perspektif duruma ayarlanmasına yönelik dayatma, küreselleşmenin yarattığı etkiler olarak görülebilir.
Noam Chomsky de içinde yaşadığımız neo-liberal düzene şöyle bir eleştiride bulunuyor. Chomsky: “Bizler insanız, diğer insanlar için kaygılanırız. Biz yan mahalledeki çocuğun iyi bir eğitim alamayacağını bilirsek kaygılanırız. Bizler, uzaklardaki birilerinin sokağında yol olup olmadığını merak ederiz. Tayland’da köle çocukların sömürülmesinin ortadan kaldırılmasını isteriz. İnsanların karnını doyurup doyuramadıkları bizi ilgilendirir. İşte sosyal güvenlik budur. İnsanların evlerine ekmek götürüp götüremedikleri bizim sorunumuzdur. Tüm bunları yok etmek tüm bu amaçlarımızı özelleştirmek için muazzam çaba harcıyorlar. Çünkü ancak bu sayede bizi tümüyle kontrol altına almayı başarabileceklerini biliyorlar. Amaçlar ve umutlar özelleştirildiğinde bütünüyle kontrol altına alınmış olacaksın. Onlar kendi doğrultusunda yol alırken herkes de kendini onların yoluna tabi kılmak zorunda kalsın istiyorlar” diyor ve bu duruma karşı konulmasının gerekliliğini belirtiyor.
Küreselleşmeye karşı 18 Nisan 2004’te İstanbul’da yapılan Avrupa Sosyal Forumu’na hazırlık toplantısında sendika temsilcilerinden ortak bir açıklama geldi. Açıklamada Avrupa Birliği’nde uygulanan neo-liberal politikaların dünya ekonomisindeki adaletsizlikleri arttırdığı, sosyal hakların zayıfladığı ve işçilere zarar verdiği belirtiliyor. Küresel sermayenin çok uluslu şirketlerine karşı dünya işçilerinin birlikte hareket etmesi gerektiği vurgulanıyor. Burada küreselleşme mağdurları için bir diğer mesele, kapitalist sınıfla ilişkinin yeniden harmanlanarak sınıf doğasının dönüştürülmesi ve yokmuş gibi gösterilmesidir. Zenginliğin yeniden dağıtımı ve ulusal pazarın yeniden oluşturulması için ekonomik kaynakların ele geçmesinde sınıf mücadelesinin temel önemde olduğu görülmektedir. Yine Seattle’da Aralık 1999’da yapılan G-7 ülkelerinin toplantısında düzenlenen protestolar ekonomik kürselleşmenin yol açtığı sonuçlarla ilgiliydi. Amerika’da ortaya çıkan bu hareket, ilerleyen süreçte yukarıda belirttiğim sebeplerden dolayı yanına dünyanın her yerinden insan çekerek küreselleşme karşıtı hareketliliği doğurdu.
Amerika ve Batı dünyasının içinden çıkan bu muhalefetin ve karşı söylemlerin ne oranda sonuç vereceği ise tartışmaya açıktır. Buna karşılık halen Cambridge Üniversitesi’nde çalışmalarını sürdüren Aklear S. Ahmed’in de belirttiği gibi, Rusya’nın yıkılmasıyla küresel sınıflandırma iki ana bölüme ayrılmıştır. Dışa doğru patlayanlar yani yayılan, genişleyen (ekonomik, siyasal ve kültürel olarak) bir de içe doğru patlayan, çökenler (ekonomik, siyasal ve sosyal krizlerle dolu olarak) Batı ya da küresel uygarlıklar diyebileceğimiz, kısaca G-7 olarak bilinen ülkeler dışa doğru patlayanlardır. Dünyanın geri kalan ülkelerinin büyük çoğunluğu ise içe doğru patlayanlar olarak kabul edilir. İşte bu noktada, özellikle Doğu Uygarlıkları bu dışa dönük yayılma ve genişlemede en önemli sorunu teşkil etmektedir. Batı medeniyetleri kendi kültürel sınırlarını genişletir, kendi medeniyetiyle uygarlık adı altında tüm dünyayı sarmaya çalışırken geleneksel uygarlıklar bazı alanlarda buna direnecek dışa dönük bazı ciddi çabaları engelleyebilecektir. Esas olarak da, bu yolda İslam Uygarlığı ve Konfüçyüsçü Uygarlıklar engeldir. Batının ekonomik, siyasal ve kültürel genişlemesi karşısındaki İslam Uygarlığının cevabının şovenizm ve içe kapanma olduğu söylenebilir.
Bu yaşanan durum bize Samuel Huntington’un medeniyetler çatışması tezini hatırlatmaktadır. Harward Üniversitesi’nden Samuel Huntington günümüzde ne sınıf çatışması, ne de mutlu bir benlikle son bulan bir tarihin eşiğinde olduğumuzu, ileride savaşların şimdiki gibi milli devletler arasında değil medeniyetler arasında ve birbirini yok etmeye yönelik olacağını söylüyor. Huntington’a göre Batı Uygarlığının yanında veya karşısında yer alacak olan Konfüçyusçu, Japon, İslam, Hinduist, Slav-Ortodoks, Latin Amerika ve belki Afrika Medeniyetleri arasındaki karşılıklı ilişki sonucunda geleceğin savaşlarının cephe hatlarına bu uygarlıklar arasındaki fay çizgileri oluşturacak. Buna göre de Huntington’un ürettiği öneriler de şunlardır: İlk elde Batı kendi uygarlığı içinde daha büyük birlik ve işbirliğine ulaşması gerektiğini, Doğu Avrupa ve Latin Amerika toplumlarının entegrasyonunun hızla gerçekleştirilmesini, aynı zamanda Batı değer ve çıkarlarına yakın grupları desteklemeyi öneriyor. Son olarak da Batı Uygarlığına düşman uygarlıkların askeri gelişimlerini sınırlamak ve bu uygarlıkların arasındaki ve içindeki çelişkileri körüklemesi gerektiğini belirtiyor. Buna göre yaşanan süreç Amerika’nın stratejisini ve uyguladığı planları açıkça ortaya koymasına rağmen, Huntington’un tezinin tutarlı olmadığı ve mantığa aykırı yanları olduğu da açıktır. Özellikle Irak savaşında Amerika’nın yalnız bırakılmış olması bunun önemli bir örneğidir.
Sonuç olarak, küreselleşme paradigmasından doğan tüm bu teoriler küreselleşme kavramını evrenselleşme fikrinden köklü bir biçimden ayırır. Evrenselleşme, ortak bir düzen kurma niyetiyle ortaya çıkmış ve gerçekten küresel düzeyde eşitlikçi bir düzen kurma anlamına geliyordu. Dünyayı eskiden olduğundan daha iyi yapma, değişimi ve iyileşmeyi küresel, türsel çapta yaygınlaştırma isteğini belirtiyordu. Aynı şekilde herkesin ve her yerin hayat koşullarını benzer kılma ve belki de eşitleme niyetini de ilan ediyordu. Günümüzde ise görüldüğü gibi küreselleşmenin anlamında bu özelliklerden hiçbirinin kalmadığı neo-liberal politikalarla sömürü düzenin küresel ölçekte daha da yaygınlaştığını görmekteyiz.
Ozan Şafak
http://ozansafak.blogspot.com.tr/