“(…)
Uzaktan bir grup kadının bana doğru geldiğini gördüm. Elbiselerindeki renklerin saçtığı neşeden Kürt olduklarını anlıyorum. Bitki kökleri çıkarıp, ot toplamakla meşguller. Benim gelip etrafıma daire şeklinde oturarak dinlenmelerini istediğim yere doğru dümdüz ilerliyorlar.
Kürt erkekler ise çoğunlukla Lord Kirchener’in’in ben çocukken kreşte asılı renkli portresindeki gibiler. Kırmızı tuğla gibi bir yüz, koca kahverengi bıyıklar, mavi gözler, savaşçı ve mağrur bir hava!
Dünyanın bu parçasında Arap köyünden çok Kürt köyü var. İki halkın insanları da aynı yaşam tarzına sahip, aynı dine mensuplar ama Kürt kadınlarıyla Arap kadınlarını hiçbir zaman karıştırmazsınız. Arap kadınlar istisnasız sessiz ve çekingenler, onlarla konuştuğunuzda başlarını başka yöne çevirirler ve eğer size bakacak olurlarsa, bunu uzaktan yaparlar. Uzaktan yarım gözle bakarken, mahcup gülümserler. Çoğu zaman siyah ve koyu renk elbiseler giyerler. Ve hiçbir Arap kadın bir erkeğe yanıt veremez. Farklı olarak, Kürt kadınlar kendi düşüncelerini söylemekte tereddüt etmiyorlar,erkekler kadar iyi olduklarından şüpheleri yok, hatta daha iyi olduklarından! Sabah evlerinden çıkıyor ve ilk karşılaştıklarıyla şakalaşmaya başlıyorlar ve günleri çoğunlukla neşe içinde geçiyor. Kocalarına karşı gelmekten çekinmiyorlar. Kürtlerle daha önceden alışverişi olmayan Cerabluslu işçiler büyük şok içindeler:
“Saygıdeğer bir kadınla kocasının birbirlerine böyle bağırdıklarını duyacağım hiç aklıma gelmezdi. Utançtan yerin dibine geçtim.”
Bu sabah benim Kürt kadınlarım yapmacıksız bir ilgiyle inceliyorlar beni ve hakkımda müstehcen yorumlar yapıyorlar. Halleri çok arkadaşça, beni işaret ediyor ve gülüyorlar, sonra bana sorular soruyorlar, ardından iç çekip başlarını sallayarak dudaklarını ısırıyorlar. Bunlarla bana açıkça şöyle diyorlar:
“Ne yazık, birbirimizi anlayamıyoruz!”
Elbisemin eteklerini bir ucundan tutup dikkatle inceliyorlar. Kol yenimi çekiştiriyor ve kabarıklıkları gösteriyorlar. Ben Hoca’nın mı karısıyım? Başımla onaylıyorum. Sonra bana ardı ardına bir sürü soru soruyorlar, sonra vereceğim yanıtları anlayamayacaklarının farkına vararak gülmeye başlıyorlar. Söylemek bile gereksiz, doğurduğum çocuklar ve yaptığım düşükler hakkında her şeyi bilmek istiyorlar.
Sonra bana topladıkları otların ve yaprakların neye yaradığını açıklamaya çalışıyorlar. Beyhude bir çaba! Yeniden bir toplu gülüşme. Ayağa kalkıyorlar, gülümsüyorlar ve yine kendi aralarında konuşup gülüşerek uzaklaşıyorlar. Bana parlak canlı renklerden bir buket çiçeği hatırlatıyorlar. Çamurdan evlerde, belki de ancak birkaç parça kap kacakla, yaşıyorlar ama neşeleri ve gülüşleri çok sahici, çok içten. Rabelais’e özgü bir parça alaycı neşeyle yaşamayı hoş buluyorlar. Bu kadınlar güzeller, güçlüler ve hayat dolular.
(…)”
(*) Agatha Christie, ikinci eşi arkeolog Max Mallovan‘la 1930 yılında Irak’ta Ur antik kentine yaptığı bir gezide tanıştı ve ardından ölümüne dek süren evliliklerinin ilk yıllarında (1930-38) daha güneydeki Ur ve Ninova‘nın dışında Yukarı Habur Havzasındaki Tell Arpachiyah, Tell Chagar Bazar, Tell Brak höyüklerindeki kazılara da birlikte katıldılar. Christie daha sonra Mezopotamya’da kazılarda geçen bu yılları, Come, Tell Me How You Live isimli kitabında anlattı. Yukarıdaki metin bu kitaptan alıntıdır.
Agatha Christie
http://alinteri.org/