Bilemezsin Leyla Erbil gibilerin şimdi ne yazacaklarını; yazıp yazmayacaklarını, nasıl yazacaklarını. Bildiğin tek şey vardır; eğer yazarsa yazdıklarının görkemli bir tokat gibi ineceğidir suratına. Ben de o yüzden yanağımı hazırlayıp bekledim Kalan’ı. Şöyle bir güzel patlatsın sağ lobunu beynimin diye.
Ben hep eskiydim. Gençtim, yine eskiydim. Yaşlıydım. Henüz yaş almadığım halde yaşlıydım. Yaş almadığım için pişmandım. Neyden pişman olduğumu tam bilemediğim için daha da pişmandım. Bir acı durup dururdu göğsümde. fiimdi baksan yine var. Baksan diyorum ya baktırmam aslında. Okurdum. Hep okurdum. Ve yazardım. Sadece yazardım. Yazar olmak istemedim aslında. Sadece yazardım. Sevmedim yazar olmak isteyenleri. Yazar olmak için yazanları. Çalışmak için okuyanları. Okuduklarında, yaşadıklarında, izlediklerinde yazacakları kitaplara malzeme toplayanları. Bir akbaba gibi başkalarının acılarına, anılarına, aşklarına üşüşüp zihinlerini bir mide gibi dolduranları. Yaşamayıp yazanları, yazmak için yaşayanları sevmedim. Bir sonra ne yazacağını tahmin ettiklerimi sevemedim.
Apollon gibi defne ağacından aldığı yapraklarla kendine taç yapanları ve bu tacı başından hiç çıkartmayanları. Dafni’ye bile sırf Eros’un okuna hedef oldu diye âşık olanları. Onun için uzağım Salieri’den oldum olası. Dionysos gibi yerli yerini bulamamışları, arada kalmışları, delileri, hesapsızları, hedefsizleri severim. Tanrıların da insanların da aralarına almadığı, hazla acının iki düğümüne bağlı kalanları. Tepki ve direnci besleyip büyütenleri. Pantheon’a aykırı gidenleri severim.
O yüzden itiraf etmeliyim ki çok az metin bana sahici görünür. Belki lanetimdir benim – arkada – kurnazca ve hesapla sırıtan dişleri görmek. Zihne bulaşmış kelime oyunlarını sevmem. Kurnazca kotarılmış, katır kutur “bilgi”yle bezenmiş uyanık sözleri de. O yüzden sorduklarında “Kimdir aşkla sevdiğin?” diye pek de veremem isim, Leyla Erbil’den başka.
Bilemezsin ama Leyla Erbil gibilerin şimdi ne yazacaklarını; yazıp yazmayacaklarını, nasıl yazacaklarını. Bildiğin tek şey vardır; eğer yazarsa yazdıklarının, görkemli bir tokat gibi ineceğidir suratına. Ben de o yüzden yanağımı hazırlayıp bekledim Kalan’ı. Ki öyle bir güzel patlatsın sağ lobunu beynimin diye.
Ve dudaklarından öptüm onu kitabı alırken, yaşlı bir tanrı gibi titreyen ellerinden. Ve dibe indikçe zirveye çıkıcı bir metnin gövdesine düştüm okurken.
Metin ki çetin bir metin… Akışkan, vurucu, elleyici, sarsıcı, yerinden oynatıcı, kanatıcı, kazıcı, kazıyıcı, oyucu, dibe indirici… Leyla Erbil, zaman zaman bilinçdışını bilumum kontrolden azade kılıp üstüne bir de kırbaç vurunca, sağrılarından kan, ter ve gözyaşı fışkıran bir metnin sırtında buldum kendimi. Kontrol etmeye, bilindik alet edevatla anlamaya çalışma gafletinde bulundukça anlamın dışında bulursun kendini… Öyleyse “merkez”i iyiden iyiye bırakmış Erbil’in yoluna bırak kendini. Ki o kıyıya, kenara uzanmış… Oradan merkeze taşsözcükler atıyor, senin saydam sandığın suyu bulandırıyor. Öyle geriye geriye çekilip fırlatıyor kelimelerini; belki de seksen yıllık beynini, bedenini…
Ego hizmetinde regresyon denilebilecek bir düzlemde birincil süreç düşüncenin şaşırtıcı çağrışımlarını yükleniyor zaman zaman metin, sanki yağmur toplayan bir bulut gibi. Dibe sallanan kaşıklarla çekiliyor sözcükler bir bir yukarıya: Dipten, en dipten; hem bireysel hem kollektif bilinçdışının mahzeninden, mahzenlerinden, “en”lerinden… Ruha dair arkeolojik bir kazı alanındayız artık. Kimi kırık dökük, kimi dimdik ayakta sütunların. Yarısını gösterenin, diğer yarısına merak büyütüyoruz. Sorular ve cevaplar alnımızda patlıyor. Cevabını bulamadıklarımız için kendi kazmamızı almamız gerekiyor elimize. Ve anlatılan tarih yalanlanıyor; yeni ve görkemli soru işaretleri tutuşturuluyor göğsümüze.
Bilindik biçimlerde, dillerde; bilindik biçimlerle, dillerle aranır hakikat. Oysa öyle değildir öze inen kaşığın sapı. Bozuktur, eğridir, “başka”dır. Biraz delidir. Deli bir kaşıktır, hakikat yazarının derinlere daldırdığı. Biraz bıçaktır, ucu kanlıdır, irinlidir. Ancak “başka” ile aranıp bulunabilir hakikatin “başka”lığı çünkü.
‘Kalan’dan bir cümle koyalım yazının sonuna ve bir süre susalım sonra kendi mırıldanmalarımızı arayalım kendi içlerimizde:
“nasıl birşeyse kendim belki de uzaklaştıkça bilebildiğim”
06 Ocak 2012 Tarihinde Agos Gazetesinde yayınlanmıştır.
Cem Mumcu / Kitap kirk
www.dunyalilar.org