Hayata pamuk ipliğiyle bağlı değil misin zaten; bundandır inceliğin…
Can, yürekten gelir vicdanın töresinde; kocaman bir yürektir senin özgeçmişin…
Acı da bir parçadır ömründen, umut da. Rengarenk hüzünlerin vardır senin, siyah beyaz sevinçlerin. Bir sızı örtüverir yüreğini; sızının içinde, minicik elleriyle düşlerini okşayıveren bir çocuk. Kırılmışken zamanın, yokken bir mekanın, hala çocuklaşıvermen olur olmaz, işte bundandır…
Hamamböcekleriyle dolu bir odada doğdun. Uzun süre ağlamayıp, hiç kıpırdamadan durunca seni öldü sandılar. Teninden, bedeninden önce yaşamı duyumsamaya çabalıyordun belki de.
Üç günlükken ilk kez yıkandın bir leğen içinde. Çok sevdin suyu sen. Sudan çıkarttıklarında seni, nasıl ağladığın konuşulup durdu mahallede. O nasıl bir ağlamaymış ki, mahalleli gülümseyerek andı günlerce. Denizci olacağın varsayıldı hep. Kaptan olacaktın sen, denizaşırı ülkelere çevirecektin dümenini. Sevdin denizi hep. Kaptan olmasan da, denizle bütünleşmek isteyecek kadar, bir taşı suda birkaç kez kaydırabildiğinde sevinçle dolup taşacak, her sıkıntılı zamanda bir balık sürüsüne ruhunu katıp mavilenebilecek kadar sevdin…
İki yaşındayken komaya girdin. Doktor bile bakmamış sana. “Birkaç günü atlatırsa yaşar, yoksa zor” diye buyurmuş. “İlaç “ demişler, vermemiş. Gördüğünden, duyduğundan değil olan biteni; ama gücüne gitmiş besbelli. İnadı öğrenmeye koyuldun hemen, direnmeyi, sabretmeyi… Üç gün, beş gün, bir hafta, bir ay derken nanik yaptın ölüme şipşirin bir gülümsemeyle.
Dört yaşındayken masallar anlatmaya başladın kendi kendine. Ortalarda kimse yokken, bir çok arkadaşınla konuştun, oyunlar oynadın. “Hişt, sen kiminle konuşuyorsun öyle?” diye sorduklarında, hayallerinde yaşattığın o güzelliklere dönüp “biraz ara verelim, başımın belası büyükler araya girdiler yine!” gibilerinden bakıyordun. Ne çok kahramanların oldu senin; ağaçlar, kediler, köpekler, bulutlar, insanlar… Ne güzel dostlukların,yarenliklerin oldu öyle.
Yedi yaşında ektin ilk çiçeğini, ilk ağacını yedi yaşında diktin. Börtü böcekle kaynaşıyordun hemencecik; karıncalarla kuşlarla bir oluyordun. Delileri gözlemliyordun öylece; dilencileri, sarhoşları…Alkolik bir yaşlı adamla sohbet ediyordun. Seni ne çok sevmişti değil mi? Hayatın ortalarında dolanmamayı o yaşlarda seçtin sen. Hep kıyıya köşeye atıyordun kendini, hep uçlara doğru sürüklüyordun bedenini ve ruhunu.
Sekiz yaşında sıkılmaya başladın okuldan. Bir hesap ettin kendi kendine. Beş yıl ilkokul, üçer yıl ortaokul ve lise… “Ohoo” dedin, “çekemem ben bu okulları senelerce!” Ama bırakasın da yoktu hiç, güzeldi okumak, öğrenmek…Devlet dersine niye karşı olman gerektiğini duyumsuyordun böylece. İlk, sekiz yaşında sınıf atladın; daha sonra yapacaktın bunu ara ara. Atlaya zıplaya okudun okullarda ! Aklına estiğinde sınıfın en yalnızı oluyordun, aklına estiğinde topluyordun başına herkesi. Ama sen sevmezdin gitmeyi; başına toplamak en güzeliydi. Öyle konuşkan olmadın hiçbir zaman; yine bulurdun bir yolunu konuşmadan anlaşmanın. Bir serçe gibi, bir at, bir ağaç gibi sevilmek, öyle bellenmek istedin.
On bir yaşında yolculuklara alıştın. Alışmayıp da ne yapacaktın ki zaten. Uzun yollara gidip, uzun yollardan döndün hep. Özlemler birikti içinde, özlemler taştı içinden. Kendi içinde çoğalmayı, çoğaltmayı öğrendin iyice. O evden bu eve girip çıktın. Evle yuva arasındaki farkı işledin gözlerine. Kokular biriktirdin; evlerin kokularını, insanların kokularını… Renkler, kokular, dokular içinde yeni oyunlar buldun kendine; sinip kalmanın, sığınmanın ağırlıkları biraz olsun azalsın diye…
On dört yaşında yadırgamamayı, kınamamayı,yaftalamamayı öğrendin; özünde olanı,canının içinde duranı olgunlaştırmayı. Ne söylenirse söylensin, ne yapılırsa yapılsın bir merhamet girdi içine; bir anlama çabası, bir sulh süzüldü mantığına…
On beş yaşında bedeninle bütününle barışıktın. Ağrılı sızılı bir ömrü kucaklamaya başladın. Az görmüşsün, az duymuşsun, canın yanıyormuş, boşverdin bunları; öğrendin aldırmamayı. Sevgilere süzüldün usulca; o yaşına dek hiç deneyimlemediğin ve kendine saklayacağın sırlar, bilgelikler, oyunlar almaya başladın.
On yedi yaşında, yaşıtların lisedeyken sen üniversitedeydin, on dokuz yaşında, yaşıtların üniversiteye girmeye çabalarken sen stajyer öğretmenliğe başlamıştın ayrı ve gizemli bir coğrafyada. Sonu izm`le biten, ist`le biten cümle teorilerden, cümle insanlardan ayrı bir yerde, ayrı bir içtenlikte ve düşüncede duruyordun. İnsandan yola çıkılarak açıklanamaz bu durum; çocuklarını, halkını, yurdunu; güneşin çiçeği, çiçeğin arıyı, anne geyiğin yavrusunu bağrına basması gibi içselleştirerek koruyup kollamak istedin. Bunun acısını çektin en çok, bunun bedelini ödedin.
Yirmi birinde işkence girdi bedenine; yirmi üçünde daha farklı, daha şiddetli ağrılara katlanman gerekti, yirmi dördünde ameliyatlar geçirdin, yirmi beşinde uzaklarında olmaya alışmıştın çocuklarının. Düşlerinde kavuşuyordun çocukluğunda yaptığın gibi sevdiklerine… Körpecik canlar el sallıyordu sana düşlerinde, ana babaları sarılıyordu sessiz kimsesiz, yaşlılar dua ediyorlardı sana. Ah, her uyanışın çaresiz…
Anlatamayacağını ,anlatmaman gerektiğini anladın 26 yaşında. Sustun bir başına, sustun bir yüreğine; sinmekten değil, ürkmekten değil, bildin en doğrunun, en gerçeğin ve en kendinin susmaktan geçtiğini…
Yine insana açıldın içinin ıssızlıklarını kapatarak 27 yaşında. Yeni hikâyelere serpiliverdin, Çocuklarla çocuklaştın, kadınlarla bölüştün ve elbette yine uçlarda duran canlara dokunuverdin ismi konmayacak ayrı bir sevgiyle. Yine bulmuştun kendine canlanıvermek için sebepler.
Otuzunda yükü omzundaydı hayatın her zamanki gibi. Kaçıncı sıfırdan başlayışındı, sen de unuttun. Yenilgi değil, yenilenme hevesiydi soluvermelerin, yoruluvermelerin. Yeniden, daha dingin, daha dirençli bir mücadeleye girişmen içindi.
Otuz iki yaşında hala tez kanabildiğini, tez kandırılabildiğini görüp şaşırdın kendine. O şaşkınlık halleri, o yanılgıların seni gülümsetmiyor da değil hani. Beş parasız kalsan da, ağrılar içinde olsan da, tutunduğun her gün, tutmak, sığınmak için de değil de, sana tutunsunlar diye uzattın elini.
Yine çocukların içinde buluverdin kendini otuz beşinde. Uçanbalık gibi yosunların arasından zıplayıverdin su yüzüne, ışığa doğru… Yine çocukların arasında buluverdin kendini. Ayrı boyutlardaydın yine; bir yanda ürkekliğin, kaygıların, bir yanda umudun ve illaki yozluklar, yobazlıklar içinde kalıverdin memleketin orta yerinde.
Dilin bağlıdır, çözülmez; yüreğin dağlıdır bilinmez. Seni görmeden sana bakanların arasındasındır; seni anlamadan seni bildiklerini söyleyenlerin arasında kalacaksındır otuz yedinde. Bir yerde sen istedin böyle olmasını, senin tercihindir; sırlarınla, sakladıklarınla, biriktirdiklerinle nihayetlenecektir ömrün.
Elbet ayrı duranlara çıkacak yolların, yine kardeşlik hissiyatına, yine dost duruşuna süzüleceksindir. Yaşadığın o kırgınlıklar, anlatılamayacak mücadelelerden sonra merhametin hala bir anne yüreği gibi sımsıcaksa, baba yüreği gibi kollayıcıysa, gurur duy kendinle…
Ne kadar yaşarsan yaşa, ne yana gidersen git, ne yaparsan yap yine düşleyeceksin, düşeceğin anlar da olacak yine,- ki düşlemenin yan etkisidir bu-, yine içinde tutacaksın acını, yine için açık olacak can`a ve canlanmaya.
Kırkına varıyorken şimdi, mendil kapmaca oynayacak çocukların; çocuk sesleri dolacak mendilinin içine, kan sesleri değil…”Mendilimde çocuk sesleri…” deyip, susuvereceksin öylece… Çocuk sesleri biriktireceksin ömrüne; bir can buğusu özlem serpiliverecek yüreciğine, gün doğumlarını kutlayacaksın çocukluğundan kanayanların. Çocuksu özlemlere vereceksin mendilini; yaşlarını silsinler diye değil bu sefer, mendiline çocukluklar, çocuksuluklar, çocuk sesleri doldursunlar diye…
Senin çocuklardan başka bir sanatın yok elinde. Yalnız`ca çocuklardan anlarsın sen; işçi çocuklardan, mahpus çocuklardan, evsiz barksız çocuklardan… Körpeciklerinle bir gülümser, körpeciklerinle bir kederlenirsin. Emeğin, can halin, direncin çocuklar içindir de…
Hayata pamuk ipliğiyle bağlı değil misin zaten; bundandır inceliğin…
Can, yürekten gelir vicdanın töresinde; kocaman bir yürektir senin özgeçmişin…
Ergür Altan (erguraltan@gmail.com)
Dünyalılar