İki farklı dünyayı anlatıyor Ursula K. Le Guin’in yazdığı Mülksüzler: Anarres ve Urras. Devlet ve devlet mekanizmalarının olmadığı, kimsenin hiçbir şeye ve hiç kimseye sahip olma iddiasında bulunmadığı, iktidar ilişkilerinin kurulmadığı, anarşistlerin yaşadığı bir dünya Anarres. Aç varken tokun olmadığı bir gezegen. Urras ise açın önünden duyarsızca geçen insanların yaşadığı, kısım kısım sınıflandığı ve birbirine görünmez olduğu, iktidar ilişkilerinin sadece devlet ve devlet mekanizmalarında değil; neredeyse tüm ilişki biçimlerine yedirildiği bir dünya. Anarresliler yüz elli yıl önce Urras’tan ayrılarak kendi anarşist yaşam biçimlerini kurmuşlar.
Yüz elli yıldır hiçbir Anarresli Urras’a geri dönmek istememiş. Bir bilim insanının, Anarresliler’in geldiği yer olan Urras’ı yok saymayıp tanımak istemesi ve hatta bu gezegenin değişebileceği umudu üzerinden oraya gidişi ve geri dönüşü sürecinde geçiyor anlatılanlar. Bu kararda Anarresliler’in düzeninin dayandığı felsefenin kurucusu Odo’nun “Gerçek yolculuk geri dönüştür” sözü de önemli. Bu bilim insanı, yani Shevek’in Urras’ta ayaklanan ve sokakları dolduran on binlerce insana, devrimi satın alamayacaklarını, devrimi yapamayacaklarını ancak devrim olabileceklerini söylemesinden sonra, devlet kuvvetlerinin yaptığı saldırılar karşısındaki umutsuzluğunu görebiliyorsunuz. Ama Urras’a karşı umudunun bitişi, Anarres’e umudunu arttırıyor. Urras devletinin halkına yaptığı saldırılardan sonra, yanındaki yaralıyı yoksul kentin sokaklarındaki dükkanlardan birine götürmek istediğinde, mülkiyetin en büyük koruyucularından biri olan kocaman bir kilitle karşılaşıyor. “Aşağılıksınız, kapıları açık tutamıyorsunuz. Hiçbir zaman özgür olamayacaksınız!” diyor bu karşılaşmanın üzerine.[1]
Tam da bu kısmı okurken Gezi Direnişi geldi aklıma. Sokakta akıp giden kalabalığın “Apartman kapılarını açın” diye bağırışı… Biraz sonra, müdahale olması durumunda insanlar sokaklarda sıkışıp kalacaktı yoksa. Gerçekten de kapılar açılmıştı. İnsanlar gaz bombalarından kaçarken apartmanlara, hatta evlere girdiler. Çünkü kapılar açıktı.
Bir evi hatırlıyorum. Bir hayli lüks bir ev… Evin sahibi sanat alanında tanınmış insanlardandı. Güleryüzlü ve rahattı, herhangi bir şekilde tedirgin görünmüyordu. İnsanlara su içmek için mutfağa gidebileceklerini, sigara istiyorlarsa oturma odasındaki sehpadan alabileceklerini söylüyordu. Yirmi otuz kişiydik ve kimse kimseyi denetlemiyordu. Bir kısmı oturma odasında, evin sahibiyle birlikte televizyondaki haberleri takip ediyor, bir kısmı büyük salonda yerlerde oturup dinleniyor, bir kısmı ise balkonda vakit geçiriyordu. Konuşmamız ya da konuşmamamız için birbirimizi tanımamız gerekmiyordu. Ya da tanımanın yolu her zaman yaptığımız gibi, mesleğimizden, okuduğumuz bölümden, doğduğumuz yerden geçmiyordu.
“Urras’ta doğru hareket etmenin, temiz bir yürekle hareket etmenin yolu yok. İçine kâr, zarar korkusu ve güç isteği girmeden yapabileceğimiz bir şey yok. Hanginizin diğerine ‘üstün’ olduğunu bilmeden ya da kanıtlamadan bir başkasına günaydın diyemezsiniz.”[2] Gezi sürecinde İstanbul’da çoğunlukla asık gezen yüzlerin birbirlerine, içlerinde hiçbir güç isteği olmaksızın, doğallıkla gülümsediklerini gördüm. Uzun zamandır kaybettiğimiz bir şeyin içimizde uyandığını hissediyordum. Ne olduğunu ise tanımlayamıyordum.
Mülksüzler’i okurken hiç takmadığım bir gözlük yerleşti gözlerime ve bu gözlükle baktım Gezi’ye. Biz gerçekten de Gezi zamanında kısa bir süre de olsa özgürleşmiştik. Kimse, içlerine girdiği evlerdeki mülkiyete göz koymadı ya da almak istemedi. Bilincimizde başka bir şeyin hürlüğü vardı. Ne olduğunu o günlerde tanımlayamadığım şeyin, Mülksüzler’de yazılmış olan “kardeşlik” olduğunu farkediyorum. Kardeşlik vardı, sadece ve sadece dayanışma.
Nuray Sakarya (nurayskry@gmail.com)
[1]Mülksüzler, Ursula K. Le Guin, metis yay., s.259
[2]a.g.e, s.294
Dünyalılar