Türkiye’de tedrisattan geçmiş öğrenciler erken yaşta pekçok bilgi ile donatılıyor. Mesela İngiltere’deki çocuklarla kıyaslandığında Türkiyeli öğrenciler daha ilk yıllarda dört işlemi, basit cebir hesaplarını yapmayı öğreniyorlar. Bu ilk bakışta bir avantaj gibi görünebilir. Ama erken yaştaki bu yüklemenin öğrenme hevesini kaybetmekle yakından ilgisi olduğunu tahmin ediyorum. Erken yaşlarda bilgilenme mecburiyeti ile karşı karşıya kalan çocukların pek çoğu ileriki yıllarda dersten, öğrenmekten, araştırmaktan soğuyor. Kitap okumaktan, bir meseleyi merak edip araştırmaktan bir hayat boyu uzaklaşabiliyor. Bir arkadaşımın gözlemlediği gibi, oyun çağındaki çocuklar kapatıldıkları sınıflardan koşarak çıkıyorlar teneffüse. İçlerindeki enerjiyi bastıran, canların notla, sınavla belirlendiği okullardan koşarak uzaklaşıyorlar. Bu manzara bile bize neler anlatmalı aslında…
6 yaşındaki çocukların bir sınıfa kapatılması aslında bir işkence. Ortalıkta dolaşmasınlar, ayak altından çekilsinler diye çocuk barınaklarına kapatılıyorlar demek de mümkün. Peki okula gitmesinler de aylak mı gezsinler? Bu soruya iki cevap verilebilir. 1- Çocuklar, eğer doğru ortamdalarsa aylak gezmezler. Öğrenme dürtüleri, merakları, sosyallikleri ile okulun dışında, bilhassa okulun dışında, hayat boyu kullanacakları bilgiler edinirler. Hem de durmaksızın. Oynaması, seyretmesi, gününü anlatması, ev işleri yapması çevresindeki dünyayla ilişki kurması gereklidir. Aylaklık dediğimiz, çocukların televizyon – internet karşısında oturulan atıl bir ortama ayak uydurmasıdır. O da aylaklık değil, bir sosyalleşme şeklidir: Çocuk, ailesinin, yakın çevresinin aylaklığına uyum gösterir sadece. O halde mesele çocuğun okula gidip gitmemesi yahut aylak gezmesi değil. 2- Okula daha geç bir yaşta gitmek dünyanın sonu değil. Aksine, eğitim meselesine gerçekten kafa yoran Finlandiya gibi ülkelerde okula başlama yaşının ertelenmesi denenmekte. Çünkü zaten ilk yıllarda çocuklara çok faydalı ne öğretiliyor ki? Mevsimler mi? Rap rap yürümek mi? Hayat bilgisi kitaplarındaki “aile nedir” ünitesi mi?
Okuma yazma için ayrı bir parantez açmak gerek. Okuma yazma çok kısa zamanda öğretilebilir, üstelik eğer çok elzemse bunu birçok aile kendisi de öğretebilir, 3 sene 5 sene okula kapanmaya gerek yok. Ancak okuma yazmayı erken yaşta öğrenmek çok şart da değil. Finlandiya’da 10 yaşında okuma yazma öğrenen çocuklar ileriki yıllarda başarısız olmuyor. Aksine oyun çağında derslerden nefret etmedikleri için öğrenme heveslerini, meraklarını daha canlı tutmak mümkün. 3-4 senelik fark çok çabuk kapanıyor, kafalar testlerle, sınavlarla erken yaşta bulanmamış oluyor.
Erken yaşta okula başlamakla ilgili diğer sorun, çocukların en önemli öğrenme kaynaklarından mahrum kalmaları; yani kendilerinden birkaç yaş büyük çocuklardan… Malum, öğrenciler sınıflara “üretim yıllarına” göre dağıtılıyor, öncelikle kendi yaşıtlarıyla sosyalleşmeleri öngörülüyor.
Catherine Baker, “Zorunlu Eğitime Hayır” isimli kitabında çocukların kendileri için en önemli bilgileri okuldan, hatta anne-babalarından çok, kendilerinden biraz büyük abilerden-ablalardan öğrendiğini anlatıyor. Zira onlar da kendileriyle benzer meselelerle uğraşıyor ve küçüklere daha yeni başarılmış bir çözüm örneği sunuyorlar. O yaştaki çocuklar için en anlaşılır bilgi, okul kitaplarındaki cümleler, nasihatler değil, başkalarında gördükleri davranışlar oluyor. Kısaca söylemek gerekirse çocuklar en çok taklitle öğreniyor; komutla, talimatla değil. İşte okullar böylesi önemli bir kaynağı çocuğun dünyasından çekip alıyor. Her yaş grubu ayrı ayrı sınıflara alınıyor, büyükler ve küçükler birbirinden özenle ayrılıyor.
Üstüne üstlük, okullarda verilen bilgi, bir talimatlar silsilesinden öteye nadiren geçiyor. (Bilgi nasıl aktarılır üstüne gerçekten ama gerçekten çok kafa yormamız gerek.) Bugünün dünyasında dersler, bir öğretmenin çocuklara talimatlar vermesiyle geçiyor. Çocuklar susuyor, öğretmen ise birtakım soyut cümlelerle hayatı anlatmaya çalışıyor. “Annenizi sevin, sayın” diyor mesela. Daha saçma bir cümle olabilir mi? Sevmek bir komutla öğretilebilir mi? Bunlar görerek, dokunarak, yaşayarak öğrenilebilir ancak. Yaşayarak, dokunarak, hissederek öğretilemeyecek bilgilerin ise (mesela 1453) gerçekten gerekli olup olmadığını ciddi ciddi sorgulamamız gerekiyor.
İşte çocuklara belki de öğretilmesi gereken bunlardır: Hissetmek, irade, duygusal iletişim, sosyal ilişkilerde adalet, sevgi… Okuldaki bilgilerin hepsinden önemli bunlar; ama bunları öğretmeye dair kafa yormak yerine küçük çocukları okula hapsediyoruz. Orada öğretilen bilgilerle bunların kendiliğinden gerçekleşeceğini varsayıyoruz herhalde. Oysa ne vicdan, ne ahlak, ne yukarda saydıklarım… Hiçbiri kendiliğinden gelişmiyor.
Buraya kadar erken yaşlarda “bilgi yüklemesi” yapmanın sorunlarından, öğretme tekniklerindeki kusurlardan ve Türkiye’de bilgi adı altında hayattan kopuk bir manzumenin öğretildiğinden bahsettim. Son olarak, ülkede öğretime verilen bu sözde öneme rağmen, asıl öğretilenin ciddi bir meraksızlık-ilgisizlik olduğunu belirtmek istiyorum. Türkiye’ye ve dünyaya dair en can yakan konular karşısında, mesela Kürt/Türk meselesinde, ders verdiğim üniversitedeki öğrencilerin ciddi bir boşluk içinde olduğunu görüyorum.
Öğrencilerim, bu ülkede neler olduğunu, bugünkü meselelerin arkaplanını bilmiyorlar. Lise yıllarında döndüre döndüre anlatılan tarih, coğrafya, edebiyat vs. bir şekilde bunları “bilmemeyi” öğretmiş sanki. Mesela Ermeni soykırımı deyince sonu şerre çıkan bir masumiyetle bomboş bakıyorlar gözlerime. “Olmuş mu gerçekten?” diye soruyorlar.
Atatürk’ün küçükken kargaları kovaladığını muhtemelen biliyorlar. Ama Dersim’i, Ağrı’yı, Maraş’ı bilmiyorlar. Cumhuriyet’in “asi” kadınlarını tanımıyorlar, ülke dışına çıkarılanların, vatan haini ilan edilenlerin kim olduklarını bilmiyorlar. Kaypakkaya ismini duymamışlar. Geçmişe gitmeye gerek yok: Hrant öldürüldü, ülke kaynadı; Hrant’ın bir yazısını okumaya gönül indirmemişler.
Ne yazık ki müfredatın birçok öğrencide yarattığı etki merak etmemek, kayıtsız kalmak, antenleri kapamak… Okulda itaat etmenin yanında tehlikeli sorular sormamayı, unutmayı, bilmemeyi öğrenmişler… öğrenmişiz. Okulun ruhu merak etmek değil, kayıtsız kalmak. Not peşinde koşup “doğru cevap” veren öğrenciler de, kendilerini ilgisizlik duvarının arkasına gizleyenler de benzer bir dertten muzdarip. Okul (elbette diğer unsurların da etkisiyle) sağırlaşmaya, körleşmeye yol açıyor. Sadece zekanın değil, vicdanın ve ahlakın kurumasına…
Sezai Ozan Zeybek
http://ozanoyunbozan.blogspot.com.tr/
Dünyalılar