Eğitim

Okulsuz Öğrenim Mümkün mü?

Okulsuz öğrenim mümkün mü?

“Evrensel eğitim için vaat edilen sonuçlara, ne öğretmenlerin öğrencilere getirecekleri yeni yaklaşım, ne okul sınıflarının hızla yaygınlaşması, ne de eğitbilimsel sorumluluğu öğrencilerin bütün yaşam alanlarını kapsayacak biçimde genişletme girişimleriyle ulaşılabilir. Eğitimde Yeni olanaklar için harcanan çaba, kurumsal olana karşıtlığı temel alan araştırmalara yönelmek zorundadır; böyle bir kimliği olmayan yapılar, yaşamın her anında öğrenme, bölüşme ve diğerine sağır kalmama gibi, kişinin şansına yardım eden yapılardır” (İllich, 2006, S.10).

okulsuz_eğitim

Bundan bir kaç ay evvel birdenbire gündemimize düşen PISA (Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı – üç yılda bir 15 yaşındaki öğrencilerin matematik, okuma-anlama, bilim ve problem çözme yetisi alanlarında başarı sınamasını yapar)  uluslararası araştırmalarına göre okulların ve okullarda verilen öğretimin başarısızlığı ile Türkiye coğrafyasında bir çok insan sarsıldı. En yoğun tartışmaların yürütüldüğü nokta ise okullarda yaşanan sistem değişikliğinin buna neden olduğuydu. Elbette ki mevcut değişikliğin ve okul müfredatının her geçen gün biraz daha evrensel ortaklıktan uzaklaştırılmasının bunda büyük etkisi var. Örneğin Darwin’ in evrim teorisinden büyük bir olasılıkla bir  veya birden fazla nesil haberdar olmadan büyüyecek ve onun ne şeytani bir içeriğe sahip olduğunu sadece kulaktan dolma bilgiler ile kabul edecekler.

PISA araştırmalarından yola çıkarak anlatmak istediğim konu, esasen evrenselleşme adına, standart hale gelmiş, aynı ölçü ve içeriğe sahip olan öğretim kurumlarının OECD (Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü) istemine göre benzer düzeyde  kurumsallaşma çabası içerisinde, hangi ölçüde öğretim amacından uzaklaştığıdır.

Ivan Illich Okulsuz Toplum adlı eserinde “Evrensel Eğitime (öğretime) nasıl ulaşılır, bu öğretim ile toplumdaki sınıfsal farklılıklar, ya da sıkça bahsi geçen öğretimdeki fırsat eşitliği nasıl sağlanır, sorularına cevaben yıllarca özellikle ABD’de de okulların çoğaltılması, fakir gettolarda da, orta sınıfın yaşadığı semtlerdeki okullara benzer okulların yapılması ve öğretmen-öğrenci arasındaki ilişkinin not veren ve iyi not almaya çalışan (bir nevi, ne kadar para o kadar ekmek mantığı) tarza evrilen yapıda olmasına yönelik yapılan tüm kaynak aktarımlarının ve devletin tüm müdahalesinin anlamsız olduğunu, çünkü sorunun özünün esasen sürekli kurumsallaşan refah toplum modelinin (Welfare State) olduğunu öne sürer.

Bu devlet modelinin ortaya çıkışı SSCB’de yaşanan Ekim devriminin ardından dünya insanlığının gözünün “başka bir dünya, yaşam mümkününü” görmüş olması ve devrim dalgasının özellikle Doğu Avrupa, oradan Batı Avrupa’ya ve ABD’ ye ve bir bütünen tüm dünyaya yayılması tehditini engellemek üzerine inşasıdır. Refah Devlet’lerinin sosyal güvenlikten, işçi haklarına, fakirlikle mücadeleden, toplumdaki her bireyin eşit sağlık, eğitim imkanlarına sahip olabilmesi için geliştirdikleri standart yaşam çizgisinin toplumsal sorunları ortadan kaldıracağına inanç her denenen proje ile başka bir hüsrani sonuca uğramıştır.

Illich bunun farkında olan bir insan olarak özellikle Güney Amerika’da görevli olarak  bulunduğu dönemlerde yoğun incelemeler yapmıştır. Ona göre kurumsallaşmadan kasıt, ABD’ de uygulanan eğitim modelinin aynısının Orta ve Güney Amerika’daki diğer ülkelerde de uygulanmaya çalışılmasının yarattığı kaostur. Çünkü örneğin Brezilya Favelalar’ında Los Angeles okullarıyla benzer bir zorunlu öğretimi adapte etmenin neo-liberal bakış açısıyla özgürlükçü ve fırsat eşitlikçi bir yanı olduğu iddiası çok popüler ve destek görerek uygulamaya konulacaktır, lakin, Favelalar’daki sosyoekonomik yaşam gerçekliği göz önüne alındığında bireylerde (ebeveyn ve çocuklarda) hüsran, devlet için başarısız bir proje, yeniden kaynak aktarımı, bir süre sonra aktarılan kaynakların zaten eğitim sisteminde bir değişiklik yaratmaması, o yüzden eğitime ayrılan devlet bütçesinin, kısıtlanması olacaktır.

İnsanlar okullara bağımlı hale getirilerek eğitimin (öğrenmenin) sadece okullarda gerçekleşeceği inancı refah toplumlarında çok kanıksanan bir hâle gelmiştir. Okul olmadan öğrenim olmaz, eğitim ancak okullaşma ile mümkündür. Ve bakınız her birimiz bunu çok derinden kabullenmiş durumdayız. Okul var olmalı, müfredat var olmalı, öğretmenler var olmalı, eğitim-öğretim parasız olmalı ve bu yüzden devlet okulları var olmalı.

Eğitim fırsat eşitliğini yaratıyor mu?

Batı Avrupa ülkelerinde 8 senelik eğitim gerçekten parasız, ne okul üniforması, ne kitap almak zorunda değil veliler. 8. sınıftan sonra kısmen paralı diyebiliriz, okunan bölüme göre, en azından kitap vb. materyalleri öğrencilerin ailesi karşılamak zorunda. Fakat eğitimde fırsat eşitliği, bunların olması ile gerçekleşmiyor. Eğitim sistemi bir bütünen kendi müfredatı ve buna uymakla yükümlü olan memurları (öğretmenleri) ile başlı başına fırsat eşitsizliğinin temelini oluşturuyor. Çünkü orta sınıf bir ailenin çoçuğunun okul dışındaki yaşantısı ile, işçi bir ailenin çocuğunun okul dışı yaşantısı aynı değil. Toplumsal statü farkları, bireyde çocukluğundan itibaren bilgi hazinesine destek olacak ve/veya olmayacak nitelikte edinimler elde etmesine katkı sunar. Anne-babası öğretmen olan bir çocuğun evinde konuşulan konular, boş zamanlarında deneyimlediği hobiler, tatil yapma imkanı ve buna benzer bir çok farklı alan, memur çocuğunun bilgi hazinesini okulda öğretilenlerin dışında başka bilgiler edinmesine neden olur. Anne-babası işçi bir ailenin çoçuğunda istisnai durumlar dışında bunlardan bahsetmek zordur, çünkü o ailenin gündeminde muhtemelen finansal sorunlar ağırlıktadır. Sosyo-ekonomik yapının önemi eğitimdeki fırsat eşitliği kendisi kadar belirleyici. İllich’in üzerinde durduğu temel noktalardan biri budur, o eğitim-öğretimin okulla özdeşleştirilmesini bu yüzden illüzyon olarak değerlendirir. Haksız sayılmaz, çünkü bireyin esasen günlük yaşamda uyguladığı tüm davranışlar okul dışında edinilen bilgilere dayanır. Eğitim-öğretim yaşamın tümünde vardır ve bunun sadece okulda gerçekleşeceğine inanmak sonuçları ele alındığında illüzyonist bir beklentidir.

ABD’de uygulanan 12 yıllık zorunlu eğitimin benzerinin Orta ve Güney Amerika’ya dayatılmasını eleştirir, İllich. Ülkelerin kendine özgü kültürel farklılıkları, ihtiyaçları vardır. ABD 1980’li yıllara kadar kısmen de olsa refah devlet modelini uygulamıştır. Ülkenin ekonomik durumu, gelir kaynakları göz önünde tutulduğunda liberal-sosyal devlet modeli elbette vatandaşlarına belli düzeyde bir refah düzeyi sunmalıdır. Bu model ile eğitim-öğretim, sağlık, yoksullukla mücadele için ülke bütçesinden ayrılan paralar bile eşitsizliğe engel olamamıştır. Ve aynı uygulama ardında bıraktığı 500-600 yıllık sömürülmekten içi boşaltılmış Orta-Güney Amerika ülkelerine empoze edilmeye çalışılmıştır. Sanki bu ülkelerin yoksulluk, sağlık ve eğitim-öğretim sorunları 12 yıllık zorunlu bir programla çözülebilecekmiş gibi. Bırakın sorunların çözümlenmesine ülkelerin bütçesinden zorunlu eğitim-öğretime aktarılacak kaynağın olduğu bile belirsizdir. Ve bu toplumları daha derin bir buhrana sürüklemekten öteye gitmez der, İllich.

Okulda ne kadar öğreniyoruz?

Eğitimde fırsat eşitliği yaratmak için ayrılan ödeneklerin öğrencilere değil, okullara ve müfredatların uygulanmasına kaynak olarak aktarılmasını eleştirir. Bu müfredatlara bağlı olarak öğrenme olgusu bireyin dünyayı algılama, kavrama yetilerinin  gelişmesine hizmet etmekten ziyade, mevcut bir talimatı uygulama olarak pratikte ifadesini bulur.

Humboldt’a göre öğrenme bireyin dış etkenlere (bu toplum, dünya, aile vb.) göre düşünce sistematiğinde var olan gelişmeler ve bu gelişmelerin tekrar dış etkenlere yansıtılarak karşılıklı bir etkileşim yaratılması ve bunun süreklilik halinde olma durumudur. Humboldt’un bu belirlemesi günümüzde en kabul gören öğrenme tanımlarından birisidir. Ancak mevcut okul-müfredat sisteminin dünyanın bir çok yerinde bu idealden saptığını teslim etmek gerekir. Müfredatlar konulara göre ayrılıp, birbirini tamamlayan, yani bilgininin kendisinden sonra gelecek yeni bilgiye temel olmasından ziyade, sınav kağıtlarında notlara dönüşecek bir nevi tüketim materyali haline gelmiştir. Dil bilgisi dersinde öğrendiklerini tereddütsüz uygulama konusunda kaç kişi olduğumuzu sorsam, sanırım verilen cevap anlatmak istenilenin gerçekliğe denk düşecektir. Okulların bilgi dağıtan ve bilgi edindiren kurumlar olmadığı ve sertifika, yeterlilik belgeleri dağıtan kurumlara dönüştüğü gerçektir. Bu sistemin içinde öğretmenlere verilen yetki ve imtiyazlar sınırlı olsa da, çünkü öğretmen müfredat dışına çıkamaz, ama eğitimciler için müthiş bir kolaylık haline gelmiştir. Öğrencisinin bilgisinin pekişmesi ve çoğalması, düşünen ve sorgulayan bir birey olması, artık öğretmenin görev alanı değildir. Bu anlamda öğrenme İllich’e göre hedefsiz, içeriksiz öğrenmedir, çünkü bireyin değişim-dönüşümünü esas almaz. Bu bağlamda aslında gerçek öğrenme okul dışında gerçekleşendir. Bilgi okulda talimat yöntemiyle bize dikte edilen katalogların içerikleri değildir.

Bolivya, Santa Cruz’da ilkokula giden çocukların büyük çoğunluğu aile bütçesine katkı yapmak zorunda oldukları için, okul dışındaki zamanlarda sokaklarda seyyar satıcılık yaparlar. Bazıları ayakkabı boyacısıdır ve ayakkabı boyacılığı yapanlar yüzlerini bir örtü ile örterler. Bir belgesel film için yapılan çekimde, boyacı bir çocuğun hayatı kamera altına alınır. Çocuk yüzünü gizlemek zorunda kaldığını söyler, çünkü sınıf veya okul arkadaşlarının kendisini tanımasından korkar. Tanınması okulda alay konusu haline gelmesine neden olacaktır. Çocuk okulun kendisine bir şey vermediğini söyler, çünkü okul dışında zamanı çalışmakla geçmektedir. Eve döndüğünde çok yorgun olduğundan ödevlerini yapamaz. Kendinden küçük kardeşine bakmak zorunluluğu vardır, çünkü anne-babası düzensiz iş saatlerinde çalışan insanlardır. Çocuğun iş becerisi, hayatını organize edişi, sorumluluk bilinci, konuşmasındaki vurgular, bilgisini yansıtır. Ve bunlar okul dışında yaşamdan öğrendikleridir. Çalışmayı bir utanç değil, övünülesi bir  durum olarak kabullenişi, yaşama ve emeğe biçtiği anlam, toplumsal sınıflaşmanın farkında oluşu, sokakta öğrendikleridir. Pekii bu çocuk(lar) eğitim-öğretim ile fırsat eşitliğinden faydalanabiliyorlar mı? Hayır, zorunlu eğitim onlar için bir mali külfet, çünkü ailelerinin okul masraflarına ayıracak bütçeleri yok.

Günümüzle bağını kurma açısından OECD’nin kalkınma programının PISA uygulaması da, temelini 1960’lardan günümüze kadar gelen eğitimde fırsat eşitliği adı altında piyasaya sürülen 12 yıllık zorunlu eğitim programından alır. PISA her ülkede çocukları Matematik, Fen Bilimleri, Dil derslerinde standart bir sınav ile test eder.    Bu ülkelerin öğretim sistemleri üzerinde yapılan kalite ölçümü, ülkeleri bir veri tabanı üzerinde oluşturulan skalalarda kategorize ederek, toplumları gelişmiş, modern, az gelişmiş, hiç gelişmemiş olarak etiketleyerek tüm dünya kamuoyu önüne serer.

İşin aslı nedir? 

İllich’e göre işin aslı herkese aynı elbiseyi giydirerek, toplumsal-sınıfsal çelişkilerin üstünün kapatılmaya çalışılması ve evrensel boyutta, sınıfsal çelişkiyi aşma adı altında dünyada yeni bir kast sistemi yaratma çabasıdır.

Dünyada gerçekten böyle bir kast sistemi oluşmuştur. Bu kast sisteminde “seçkin” üniversitelerden mezun olmuşlar, global sistemde sıkıntı çekmeden, dünyalı vatandaşlar olarak, sınırsız dolaşım özgürlüğünün, iş olanaklarının tadını çıkartırlar. Bu elit-kast gurubuna ait üyelerinin bizden çok farklı insanlar olduğunu düşünmeyelim. Yaşamdaki fırsat eşitsizliği sosyo-ekonomik açıdan zorunlu eğitim-öğretim uygulaması ile kapanacak bir durum değildir. Eğer öyle olsaydı bugün hâlâ dünyada açlık-yoksullukla mücadele için milenyum hedefleri gibi programlar imza altına alınmazdı.

Arzu Güngör

Kaynaklar:

İllich, Ivan. Enstchulung der Gesellschaft

Killer, H.-C.. Grundbegriffe, Theorien und Methoden der Erziehungswissenschaft

Not: Konunun kapsamı, derinliği açısından bu yazı okurlara işin bir bölümünü kısa bir şekilde yansıtmayı hedefliyor.

Dünyalılar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu