Arka Bahçemiz

Ölümlerin Tekrarlattığı Soru

‘Yaramın üstünde yürümeyi öğretti bana celladın bıçağı. Yürümeyi, hem de yorulmadan yürümeyi…’ Mahmud Derviş

ÖLÜMLERİN TEKRARLATTIĞI SORU

Annesi, barakanın camından baktığında, Fuad hala dikkatle dedesini dinliyor gözüküyordu. Sessiz bir geceydi. Uzun zamandır böylesine sessizliğe muhtaçlardı. Ama güzel bir hediyeyi reddeder gibi, sohbetleriyle savuşturuyorlardı bu sessizliği.

Dedesi, ayakları çamura saplanmış tahta masada tam karşısına oturttuğu Fuad’a yorulmaksızın anlatıyordu aklının bir köşesinde o gürültülü günler boyunca sakladıklarını. Konuştukça, dedelerinin kendisine anlattıklarını hatırlıyor; ondan sonra geleceklerin de bunları bilmesi gerektiğine her gün daha da fazla inanıyordu. Bu çenesi düşük ihtiyar altmış beş yaşındaydı ama yüzüne bakıldığında doksanlık birini andırıyordu. ‘Tanrı bizim ömrümüzü yıllarla değil, yaşadıklarımızla hesap etti:’ derdi. Uzun beyaz sakalları boynunu kapatıyordu, ihtiyar konuşurken sakallarını parmağıyla döndürmeyi adet edinmişti. Konuşmak demişken; konuşmak, Filistin’de ki onlarca kamptan biri olan bu kampta, tel örgüler arasındaki en büyük özgürlüğüydü ve bu yüzden belki de hiç susmuyordu.

Fuad dedesini çok severdi. Onu en eski arkadaşı olarak hatırlıyordu. Konserve kutusunu ezip, top oynamayı ondan öğrenmişti, saklambaç oynarken yumuyor gibi yapıp kolunun altından saklananları izlemeyi öğreten ise yine dedesiydi. Anlattıklarını da dinlemeye alışmıştı. Bazen ilgisini çeken şeyler de duymuyor değildi dedesinden. Mesela bu tel örgülerin ne zaman dikildiği önemliydi, içinden düşünürdü, ‘demek o zaman burada olsam, geçtiğimiz gün bulduğumuz plastik top da elimizde olsa, mis gibi oynayabilirdik’, ardından gözü çamurun içinde renk değiştirmiş plastik parçalarına takılırdı. Öte yandan, çoğu zaman bu tahta masaya oturtulduğunda, dedesini dinler görünse de uzaklara bakıp, kendi kendine konuşurdu içinden… Kampın en son barakalarından birine yerleşmişlerdi. Kapıdan kafasını uzattığında uzakta gezinen İsrail askerlerini görebiliyordu. Dedesi anlatadursun, sekiz yaşındaki Fuad bir yandan ihtiyara bakar, bir yandan İsrail askerini süzer ve sorardı kendine: ‘Dedemin kıyafetleri neden böyle değil?’

Sacdan yapılmış barakada geçen kışın ardından işte bu ılık akşamda da, daha önce birçok kez olduğu gibi, dedesinin aniden yükselen sesiyle irkilip, sıyrılıyordu kafasında koşturan düşüncelerden. ‘Yaaaaaa….’ diyordu dedesi, ‘bilir misin bu yurtsuzlar nasıl dadandı bizim başımıza? Bana da ilk dedem anlatmıştı dinle bak hele…’ Fuad, tekrar ilgisini dedesine veriyor ve dinliyordu. ‘Bunlar ilk defa taa bin sekiz yüz seksen ikinin temmuzunda göz dikmişler toprağımıza. Bunların zenginleri bizim buraları Osmanlı’dan parayla satın almak için Abdülhamit’e başvurmuş. Ama koca Abdülhamit bu, satar mı bizi, alayını kavuvermiş…’ Fuad, Abdülhamit’in kim olduğunu bilmiyordu…

Sekiz yaşındaydı henüz. Esmer teni, biçimsiz kesilmiş saçları, oradan buradan bulunduğu, üzerine büyük gelmesinden anlaşılan kıyafetleriyle bakımsız bir çocuktu Fuad, tıpkı aynı topraklarda yaşayan çoğu yaşıtı gibi. Boyu yaşıtlarından oldukça kısaydı. Bu mesele kafasını o kadar kurcalıyordu ki, kim bilir kaç sefer, o tahta masaya oturulduğunda, boyunun kısalığını düşünmekten dedesine aklını verememişti İki dizi de yara bere içindeydi, koşa düşe büyüyordu ancak annesi en çok ellerine kızardı. Ne zaman boş kalsa toprakla oynar bütün tırnaklarını simsiyah yapardı. Yemeğe oturulacağı vakit, annesi Fuad’ın kapkara ellerini görür, ‘git bir yerden su bul, ellerini temizle öyle otur sofraya!’ diye kızardı. Olanları izleyen dedesiyse acı acı gülümseyerek: ‘Boşver kızım’ derdi, ‘bize böyle toprağına sıkıca sarılacak evlat lazım’. Babası yoktu Fuad’ın. Fuad henüz bir yaşındayken bir sokak çatışmasında alnının ortasına isabet eden kurşunla ölmüştü.

Bir senedir okula gidiyordu. Okul dediysek, taş binalar falan sanılmasın. Bulunduğu kampta okul olabilecek bir bina yoktu, okulları boş bir tarlaydı. Tarlanın bir köşesine bir tabela dikilmiş ve biçimsiz harflerle ‘Okul’ yazılmıştı. İşte her sabah bu tabelanın yanında sıraya giriyor ve başlayacak dersi bekliyordu Fuad.

Yine, sabahın erken vaktinde uyandırıldığı için annesine kaşlarını çatarak ama uykulu bakışlar savurduğu bir gündü… Üstünü başını giyindi, eline bir defter alıp okulun yoluna koyuldu küçük adımlarla. Büyük adımlara gerek yoktu çünkü hepsi hepsi elli metre uzaklıktaydı varması gereken tabela. Kendisinden önce gelen arkadaşlarına ‘günaydın’ dedi istemeyerek de olsa, sonra en iyi arkadaşım dediği Ali’nin yanına gidip hocanın gelmeme umuduna sarıldı. ‘Hoca gelmezse ne yapacaklardı?’, ‘boşver..’ diyordu Ali, her gün aynı planları kurup, hocanın gelmesiyle üzülmekten sıkılmıştı artık.

Ama beklemedikleri bir şey oldu o gün, uzaklardan bir kız koşarak geldi ve hocalarının bugün şiddetli bir rahatsızlık geçiriyor olduğunu ve evlerine dağılmalarını söyledi. ‘Evlere dağılmak mı?’, gülümsedi Fuad, bol pantolonunun cebinden ezilmiş kutuyu çıkarırken. Ali ise o anda çoktan erkekleri ikiye ayırmış maç için takımları hazırlamıştı. Okul dedikleri tarlada otlar uzamış olduğundan burada oynayamazlardı. ‘Bizim barakanın arkası çok uygun’ dedi Fuad, diğer çocuklar da bu fikre katıldı. Beş dakika sonra vardıkları yer; toprak zeminli, kampın sınır tellerine yakın, hafifçe eğimli bir sahaydı. İlk vuruşu Ali yaptı. Mahmud önündeki kutuya öyle vurdu ki, kutu havalanıp tellerin hemen diğer tarafına düştü. Bütün çocuklar kızdılar bu harekete ama başka kutuları da yoktu. Fuad akıllı bir çocuktu ve küçüktü de, tellerin altındaki toprağı birazcık kazdı ve hızlıca öbür tarafa geçip kutuyu alarak geri döndü… Maçları büyük bir heyecanla geçiyordu. Her zamanki kazalarsa çoktan tekrarlanmaya başlamıştı, Fuad’ın sağ dizi yine kanıyordu. Bu onun umurunda mıydı? Kendisine sorsanız vereceği cevap elbette ki ‘hayır’ olurdu. Ama sakarlıkları bitmiyordu. Bu kez Ali’nin dengesiz vuruşu kutuyu diğer tarafa yollamıştı. Fuad çok doğal bir şekilde aynı yöntemi izliyordu. Kazdığı yerden karşıya geçti. Bir süre kutuyu aradı. Öncekilerden daha uzak mesafeye düşmüş olduğunu görünce yine hızlıca koşarak almak istedi.

Aynı dakikalarda, dedesi ufak bir gezintiye çıkmaya niyetlenmiş, barakanın arkasından gelen çocuk seslerini duyduktan sonra da belki Fuad’ı görebilmek umuduyla bu tarafa yürümüştü. Ancak yaklaştıkça, çocuk seslerinin bir oyundan çok, korkunun yansıması olduğunu fark etti. Elindeki asayı adeta bir üçüncü bacak gibi kullanarak, toprak alana geldi ve gördüğü manzara karşısında dona kaldı. Bir İsrail askeri Fuad’ı ensesinden yakalamış hırpalıyordu. İyi ama Fuad’ın ‘diğer taraf’ da işi neydi. Dede bunları düşünmek için zaman olmadığını biliyordu. Belki de yıllardır içinde biriktirdiği öfkeyle yahut kendisini bir oğlunu daha kaybetmeye bu kadar yakın hissettiğinden dolayı, yerden eline bir taş aldı, avazının çıktığı kadar bağırarak tellere doğru hızlı adımlarla yürümeye başladı. Çocuklar, ihtiyarın geldiğini görünce çekildiler, yaşlı adam asasını atmış, elindeki taş parçası ile adeta koşarak geliyordu.

Her şey bir anda oldu… İkinci bir İsrail askeri, makineli tüfeğini ihtiyara doğrultup tetiğe bastı. İhtiyar, ilk kurşun vücuduna değdiği an, önce olduğu yerde kaldı, peşinden gelen kurşunlar yaşlı adamı üç adım geriye götürdü ve orada yere yığıldı. Fuad’ı tutan asker tellere yanaşıp ihtiyara baktı ve tetiği çeken askere dönüp, ‘el bombası değil, taşmış’ dedi. Ve ardından Fuad’ı tellerin öte yana itip, iki asker geldikleri yere doğru yürümeye başladılar.

Fuad dedesinin başında titreyerek ağlıyordu. Diğer çocuklar vakit kaybetmeden kampa dağıldılar. Önce Fuad’ın annesi geldi, ağıtları da beraberinde getirdi. Ana oğul, birbirine sarılmış ağlarken Fuad’ın gözleri dedesinin vücudundan akan kana takıldı. Kan, toprakta süzülerek, Fuad’ın açmış olduğu çukura varıyor ve oradan tellerin diğer yanına geçiyordu.

Derken, bilinen kalabalık görüldü, kampın erkekleri ellerinde kumaştan bir sedye ile sloganlar atarak geldiler. Bu kalabalık önce Fuad ile annesini teselli etti, onları yanına aldı ve ardından yerden yatan ihtiyarın cansız bedeni bu kumaş sedyeye kondu. Fuad olanları korkudan kocaman açılmış gözleriyle izliyordu. Kalabalık grup, dedesinin yattığı sedyeyi başlarının üstünde taşıyarak ve yine aynı sloganları atarak ölülerini toprağa hazırladıkları yere doğru yürümeye başladılar. Fuad, küçük adımlarıyla en arkadan izliyordu tüm bu olanları…

O gece, küçük baraka bir sürü kadınla doldu. Ayakları çamura saplanmış tahta masada ise kampın erkeklerinin bir bölümü yer bulmuştu. Fuad, onlardan biraz ötede dizlerinin üstünde oturuyordu. Kimse ona kızmadı, kimse onu suçlamadı. Kendisi suçlu değilse, bu insanlar ona kızmıyorsa kim suçluydu?

Suçluyu bir anda buldu Fuad, barakanın içine yıldırım gibi girip yatağının başucundaki defteri alarak dışarı çıktı. Bu onun günlüğüydü. Daha önce neler yazmıştı bu deftere, yazmayı öğrendiği ilk günde sadece adı yazılıydı, sonra arkadaşlarını sevgi sırasına göre dizmiş ve listelemişti. Maç skorları vardı. İlk kez kendi dünyası dışındaki bir konu için alıyordu günlüğünü eline. Önce tarih attı. Sonra bir not düştü: ‘önemli bir gün’, ardından yazmaya başladı:

‘Bugün oyun oynarken topu tellerin oraya kaçırdık. Alırken eli tüfekli adamlar üzerime yürüdü, birisi bana vurdu. Dedem onları dövmeye giderken bu adamlardan biri dedeme ateş etti. Dedem öldü. Ben öldüğünü gördüm çünkü bağırdığımda bana cevap vermedi hem zaten gözlerini kapatmıştı. Annem ‘Neden?!’ diye ağlıyor, benim topu almak için ‘diğer taraf’a geçtiğimi bildiği halde. Demek başka bir sebep var ve ben o sebebi de biliyorum. Dedem anlatmıştı, bir arkadaşı varmış Abdülhamit diye, buralar hep onunmuş. Bu tüfekli adamlara vermedi buraları diye onlarda dedemi öldürdü, Abdülhamit’e kötülük olsun istediler… İşte bu yüzden gitti dedem. Ben onu çok seviyorum Tanrı baba, ölünce senin yanına geleceğini söylüyordu, dediklerimi söyle ona olur mu?

Bir de, bugün dedem öldüğü zaman, bizim sınıftaki çocukların babası ve daha bir sürü tanımadığım adam gelip dedemi omuzlarında taşıdılar, ben de en arkadan yürüdüm, annem yürümemi söyledi. Sürekli bir şey diye bağırıyorlardı, sürekli aynı şeyi tekrarlıyor ve istiyorlardı… ‘Özgürlük’…

Sahi özgürlük ne demek?…’

Fuad, cümlesini bitirip kafasını kaldırdığında annesiyle göz göze geldi. Kadın, sekiz yaşındaki oğlunun gözlerindeki değişimi fark etti. O soruyu sormuştu artık… Yaklaştı, eğilip sarıldı Fuad’a… Tüm gün hiç ağlamadığı kadar şiddetli ağlamaya başladı…

Taylan Özbay /  www.taylanozbay.com

Dünyalılar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu