Arka Bahçemiz

Onlar konuştukça ter boşalıyor sırtımdan

Kuzey yarım küredeki bir dünyalıdan güney yarım küredeki bir dünyalıya yazılmış bir mektup...10404367_942262612468634_4230286261027643335_n

Lafa nereden gireyim, içimin hangi gürültüsüne kulak vererek dökülmeye başlayayım da olur ya, bir nebze ferahlarım diye elde kalem düşünüp duruyorum dakikalardır. Yanı başımda tek gözü kör minik bir kedi guruldayarak yüzüme bakıp duruyor. “Bırak elindekileri, kafandakileri, gıdımı okşa, sesimi dinle ve rahatla!” der gibi bir hali var. Belki de onu dinlemeli ama ne çare ki adımıza insan denmiş bir kere, sus deyince susmuyor ki düşünce…

İnsan çoğu zaman yaşadığı anın içinde, o anın olağanüstülüğünü ya da daha hafif bir deyimle; ne anlama geldiğini pek anlamaz, üstünden zaman geçmesi gerekir ya, bu kez sanki öyle değil. Yaşananlar öylesine vahşi, kanlı ve pervasızca açık seçik, ilmek ilmek örülüyor ki gözümüzün önünde, yarının duru, aydınlık ve sevgi dolu gelmesinin mümkünsüzlüğünü anlayabiliyor gibiyiz bu günden. Elbette bütün kalbimle yanılıyor olmayı istiyorum bunları yazarken.

Senin ve eşinin sadece ülke değil, yarımküreyi de değiştirerek o nehrin kıyısında inşa etmeye çalıştığınız evi, karnında iyice büyümüş olması gereken bebeğini ve dünyanın kaynayan kazanlarından uzak, en fazla gazeteye bakarak yaşamayı planladığın yeni hayatını galiba kıskanıyorum. Gerçi diyeceksin ki, “Bazı durumlarda gözden ırak olan gönülden ırak olmuyor!” O da doğru ama işler bu kez gerçekten berbat durumda buralarda. Sadece bir mürekkep yalamış duyarlılığıyla dünyada olup bitene bakıp üzülmekten çok öte olanlar…

Bizzat evin içindeki kendi küçük dünyalarımızı bile tehdit eden devasa belalarla karşı karşıyayız. Belki kapının önünde silahlar patlamaz, belki de patlar onu bilemiyorum ama mesela hayat standartlarımızı daraltmak zorunda kalacağız. Mesela daha az konuşabileceğiz. Hükümet ‘yeni bir güvenlik paketini’ ısıtmaya başladı bile. Sokaklarda itiraz seslerimizi yükseltmemize engel olmak üzere gelecek olan kanunların eli kulağındadır. Değer ölçülerimiz sarsılacak, yanı başımızdaki arkadaş bellediklerimizle tartışmalarımız sertleşecek, kopmalar yaşamaya başlayacağız. Çünkü adım adım oraya gelmemizi sağladılar. Şimdiyse çalan çanlar, üstünde yürümeye çalıştığımız ince bir telin her an fazladan titremesine ve düşmemize neden olabilecek nitelikte. Kadın-erkek, türk-kürt, dindar- ateist, yetişkin- çocuk ayrımı yapmadan ateşler içine düşürecek sesler çıkarıyor çanlar. İçerde ya da dışarıda baş aktörler ve aktrisler sürekli konuşuyor cancazım ve onlar konuştukça ter boşanıyor sırtımdan.

Hani şairin bir şiiri vardı. “ Mussolini çok konuşuyor Taranta – Babu!” diye başlayan. Ekranda o konuşanları her gördüğümde ürpererek bu dizeler geçiyor aklımdan. Bazen de, makineye çamaşır yerleştirirken mesela, kendi sesimin çınladığını duyuveriyorum. “İşte böyle Taranta – Babu / Gümüş yaldızlı kitaplarda yazılı bu: / temelinde Roma’nın/ dişi kurt sütüyle dolu kovalar/ ve bir avuç kardeşkanı var…”

Ne zaman buraya geldik diyeceğim saçma olduğunu bile bile… Ne zaman burada değildik ki? Biz dediğim tarihin derinliklerinden bu güne kadar gelen tüm insanlık… Şair de söylüyor işte, imparatorlukların temelinde neyin yattığını.

Hatırlıyor musun “İnsan Nasıl İnsan Oldu?”* kitabını? Bir zamanlar elimizden düşürmezdik. Geçen akşam boğulduğum bir anda elime aldım yıllar sonra ve taa o zamanlar işaretlediğim 65. Sayfadaki paragrafı okudum yine. Emeğin Takvimi bölümünün sonlarına doğru, hani ticaretin başlangıcı diye düşünebileceğimiz insanlık tarihinin ilk değiş tokuş dönemine dair anlatılanların olduğu satırlar… Şöyle yazıyor:

…“ Değiş tokuşun her zaman barış içinde, kavgasız yapıldığı söylenemez. Eğer misafirler bakırı, kumaşları tahılı zorla alabilirlerse bundan hiç çekinmezlerdi. Zaten bir aldatma olan değiş tokuş çoğu halde göz göre göre soygunculuk halini alırdı. Yabancıyı soymak da, öldürmek de günah sayılmazdı. Öyle ki köylerin kalelerle çevrilmeye başlanması sebepsiz değildi.

(…)Yabancı kabilelerden olanlara pek güvenilmezdi. Her kabilenin üyeleri, yalnız kendilerini insan sayar, yabancılara insan gözüyle bakmazlardı.”

Sonra… Sonrası yüzyıllar geçmiş, penisilini bulmalar, uçaklar, gemiler… Telefon, televizyon, internet… Aya gitmeler, Mars’a araç göndermeler… Derken bu güne gelmişiz işte. Eeee… Ta o zaman ruhumuza üflenmiş lanetten arınmak şöyle dursun, korkarım katlanarak büyüyor binlerce yıl öncesinde ortaya çıkan yukarıdaki satırlardaki o bakış:

“BU BENİM… BANA AİT!” Oysa “…dünya öyle büyük, öyle güzel/öyle sonsuz ki deniz kıyıları / her gece hepimiz/ yan yana uzanıp yaldızlı kumlara/ yıldızlı suların/ türküsünü dinleyebiliriz…” öyle değil mi? Öyle olması lazım. Neden dersen, geçenlerde okuduğum 90’ların sonunda Birleşmiş Milletlerin hazırladığı bir raporda cevap. Dünyadaki 225 kişinin toplam gelirinin %4’ü, dünya yüzündeki tüm insanların insan gibi yaşamalarını sağlayacak tutarmış!

Biliyor musun, bazen inananların işinin ne kadar kolay olduğunu düşünüyorum bu aralar. Son aylarda yeni bir kelime doladık ya dilimize. Soma’da yaşanan büyük maden faciasından sonra bilinçaltımıza özel bir çip gibi yerleştirilmeye çalışılan şu “Fıtrat” kelimesinden söz ediyorum. Ne kolay değil mi? Madende göçük altında kalmak bu işin ‘fıtratında’ olduğu gibi, pekâlâ Ortadoğu’da doğmuş olan bir çocuğun arkadaşlarıyla oynarken kurşunlara hedef olması ya da biraz önce ocağa koyduğu süt taşmasın diye altını kısmak için mutfağa giderken, bir ninenin tepesine bomba düşmesi de işin ‘fıtratıyla’ ilgili olabilir. Madem paylaşılması bu kadar zor olan mesela petrolün bol bol olduğu topraklarda doğmuşlar. Huzur içinde uyuyabiliriz, çünkü ‘fıtrat’ bu, yapacak bir şey yok! İnsan aya gitmeyi başarabilir ama bunun için yapabileceği bir şey yok! Öyle mi?

Oysa ne diyordu Nermi Uygur naif kaleminin ucundan dökülen kelimeleriyle “İnsan insanın neyidir?” sorusunun cevabını ararken:

“Her koyun kendi bacağından asılmıyor; hepimiz birdeyime birbirimizin bacağına asılıyız.”*

Bu sözü tek tek bireyler arasındaki ilişkiler için düşünebileceğimiz gibi insanın üst kimlik safsatasıyla bölünen tüm gurupları için de söyleyebiliriz. Erkek –  kadının, İngiliz –  Almanın, Suriyeli – Arabın, Şii –  Sünninin, Müslüman –  Hıristiyanın, inançlı – inançsızın… Sürer gider uzatmayayım, bacağına asılı değil mi? Hatta dahası var. Ağaç –  insanın, insan –  ineğin, inek –  otun, ot –  ağacın bacağına asılı, en çok da kendi aramızda bunu göremeyenlere içerliyorum galiba…

Çok kara yazdığımı düşünüyorsundur belki satırlarımı okurken. “Umudu dürt, umutsuzluğu yatıştır,”* benim de aklıma geliyor… Tamam da, yolunu da söyleyivereydin Edip Abi diyorum bu aralar. Koyulaşmış bir dertli hali yazıp durdum sana. İyi ki varsın da, yazabiliyorum böyle. Çünkü yazmaktan, konuşmaktan, okumaktan vazgeçtiğimizde her şey iyice içinden çıkılmaz bir hal alıyor. İtiraf ediyorum, mektubu yazmaya başladığımdan beri kaç kez buruşturup atasım geldi kâğıtları… Her seferinde o kelime düştü odanın ortasına da vazgeçtim. Direnmek… Direnmek…

Tabii direnmek ama nereye kadar bu direnmek? Bilirsin işte, insanın içinde sürekli bir şey yapmalı diye bir kurtçuk dolanıp durur ya… Yani direnmek yetmez, düzeltmek de ister ya insan olan… Ama öyle zamanlar ve olaylar var ki, bulunduğun konumda yapılacak tek şey gerçeğe bilincini sürekli açık tutmaktan başka bir şey olamayabiliyor. Az şey mi? Değil, az şey değil tabii…

Bu günler içim sadece bunlarla dolu. Bunlarla yatıp bunlarla kalkıyorum. Her zamanki gibi aklına, yüreğine güvendiğim biriyle paylaşmak istedim, hepsi bu. Sen de yaz, umudu yeşertecek gibi yaz hem de… Muhtemelen mektup sana ulaşana kadar bebek doğacaktır. En çok onu yaz…

Sevgiyle

FİLİZ ENGİN/12.Ekim.2014

*İnsan Nasıl İnsan Oldu?/ M. İlin-E. Segal/Say Yayınları

*İçimin Sesi kitabından İnsan İnsanın Neyidir adlı denemesi/Nermi Uygur/YKY Yayınları

*Edip Cansever’in Mendilimde Kan Sesleri şiirinden

Dünyalılar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu