Öykümüz şiddetli bir fırtınanın macerasıdır…
Başbakan Davutoğlu bunca yıldır susmaktan bıkmış olacak ki her konu hakkında konuşmaya başladı. Uzun zaman susmak zorunda kalanların yakalandığı bir hastalıktır bu. Uzun suskunluklardan sonra konuşursunuz ama konuştuğunuzdan ne siz bir şey anlarsız ne de ötekiler. Konuşmalarınızda anlam bütünlüğü yoktur. Bu nedenle de önemli anahtar kelimeler belirleyerek cümleler kurarsınız.
Ama yine de Türkiye siyasetinde konuşurken saçmalama riskiniz varsa işiniz zor değil. Her cümleye şu kelimelerden bir kaçını övücü sözlerle serpiştirirseniz ne dediğinizin zaten önemi kalmaz: Devlet, din, iman, ahlak, Türk, Müslüman vesaire. Davutoğlu da şimdilik bunları yapıyor. Ama en azından o şanslı. Birkaç kelam edebileceği bir pozisyon buldu da konuşarak rahatlama şansını yakaladı. AKP’nin diğer zatları için bu söz konusu bile değil. Koca koca adamlar devlet yönetiyor ama kendi sözlerini bile yönetemiyor. Hep başkasının ağzına, başkasının aklına bakıyorlar. Çoğu yaşını başını almış. Buna rağmen kendi sözleri olamamış hiç. Ne acı.
Davutoğlu işte bu konuşmalarından birinde buyurmuş ki “İnternetten bilgi sahibi olunmaz, bilgi sahibi olunsa bile ahlak sahibi olunmaz”. İşte tam dediğim gibi. Amacınız ne olursa olsun araya o sihirli kelimelerden sıkıştırırsanız söylediğiniz kutsallık kazanır.
Bu devleti yönetenlerin zaten iki türlü cümle kurma şekli var. Ya sarf ettikleri cümle daha bitmeden kendisiyle çelişiyor ya da cümle zaten kurulamıyor. Burada birincisi geçerli. “İnternetten bilgi sahibi olunmaz” şeklindeki kesin saptamanın arkasından gelen “olunsa bile” ifadesi zaten cümlenin devinimini bitirmiş. Daha sonraki “bilgi sahibi olunsa da ahlak sahibi olunmaz” yargısı ise insanları derinden sarsacak nitelikte! E Mevlana’nın dediği gibi “Dil, tencere kapağına benzer, kıpırdadı da kokusu duyuldu mu ne pişiyor anlarsın”. Burada da asıl yemeğin ne olduğunu anlıyoruz ama bütün hayatını 100 kelimeyle idame ettirebilen Yüce Türk Milleti’nin önemli bir kısmının bu ayrıntıyı kaçırdığını düşünüyorum. Amaç belliyse de, ben yine de ahlak meselesine takıldım. Oradan devam edelim.
Dedim ya bu ahlak meselesi dünyanın en naif, en güzel ve bir o kadar da en sahtekâr meselesidir. Örneğin içinde ahlak, din, iman kelimelerinden birisinin geçtiği bir cümleyle hükümetler kurabilir, darbeler yapabilir, insanları öldürebilir, kadınları linç edebilir ve hatta sıkı faşist bir düzen kurabilirsiniz. Bahsettiğiniz ahlakın içeriği ne olursa olsun, nasıl bir kurallar dizisinden bahsedilirse bahsedilsin söze “ahlak”la başladığınızda söylediklerinizin hepsi dikkatle dinlenir ve hatta size hak bile verilir. Örneğin bir kadını 43 yerinden bıçaklayan aşağılık bir varlığı Yüce Türk Milleti adına serbest bırakırken bu kararı “kadının ahlaksızlığı” üzerinden inşa edebilirsiniz. Çünkü içinde din, iman, ahlak varsa Yüce Türk Milleti bu kararı kabul edip, 100 kelimelik aklına ve o yüce gönlüne bastıracak kadar benimseyecektir.
Ama bazen de ahlaklı gibi görünen ahlaksız, ahlaksız gibi görünen ahlaklı olabilir kuşkusuz. Örneğin eski bakan Egemen Bağış şu Türkiye İslamcılarının uydurduğu Kutlu Doğum Haftasında, Londra Hilton’da, alkolsüz en pahalı içeceğin 5 pound olduğu minibar’dan 43 poundluk içki içip bakara suresiyle “makara” yaparken çoğu kişiye göre ahlaksız davranmıştır. Oysa burada o, aksine, içinden geldiği gibi davranmıştır. Ahlaksızlıksa partilerine zeval gelmesin diye inançlarını ayaklar altına alıp bu duruma karşı körleşenlerdedir. İşte ahlaksızlık odur. Ve böyle bir ahlaksızlık tam da Davutoğlu’nun dediği gibi internetten falan öğrenilebilecek cinsten değildir.
Yani ahlak kelimesini cümle içerisinde kullanarak kotaramayacağınız şeyler var bu dünyada. Eğer onu cümlelere sığdırmadan yaşayan birilerinin hayatına bakılsaydı, içini kendi çıkarlarına göre doldurdukları bu kelimeyi de öyle her yerde kullanamazlardı. Oysa bazı öyküler vardı ki insanı okurken bile kendinden utandıracak cinstendi: “Bu öykünün kahramanı şerefli bir evladıdır çölün; zorluk ve fakirliğin yetmediği, gökyüzünün bile merhamet gözyaşlarını üzerine yolladığı şerefli bir evladıdır çölün. Öyle şerefli bir evladıdır ki çölün, asırlar boyu güneşin altında bulunduğu halde kıyılarında susuzluğunu geçiştirebilmek için, denize boyun eğmemiştir. Öykümüz, kuş uçmaz kervan geçmez bu çölde yaşayan kabilenin tam ortasında patlak veren şiddetli bir fırtınanın macerasıdır.” Ali Şeriati Ebuzer’i anlatıyor burada. İşte bu, sizin unuttuğunuz Ebuzer’in öyküsüdür.
Ey ahlakçılar. Hatırladınız mı Ebuzer’i? Birilerine din ve ahlak pazarlarken kendi köklerinizin bu tutkulu fırtınalarını gömmeye çalıştığınızı görmeyecek kadar salak değiliz. Bu nedenle biz ağzımızı ahlakla değil tutkuyla açıyoruz. Bu nedenle sizin korkak hikâyenizle bizim hikâyemiz hiç benzeşmiyor. Bu nedenle bizim hikâyemiz Ebuzer’in hikâyesidir. İnancı uğruna ölüme giden Ali İsmail’in, Ethem’in, Abdocan’ın hikâyesidir. Sizin hikayeniz ise binlerce korumasına rağmen peruk ve takma bıyıkla bir korkak gibi yaşamaya çoktan mahkûm edildi.
Sizse, yani her seferinde ahlaktan bahsedenler, Ebuzer’in tutkusunu kaybettiğiniz gün zaten dininizi de kaybetmiştiniz.
Ali Murat İrat
Dünyalılar