BENİM BİR HAYALİM VARDI
Martin Luther King “Benim bir hayalim var” diye başlamıştı 1963’teki tarihi konuşmasına. İki yüz bin kişi konuşmaya katılmış ve bu konuşmadan sonra gelişen siyasi hareket, sonraki yıllarda siyahların haklarını güvence altına alan önemli yasa değişikliklerinin gerçekleşmesini sağlamıştı. Bizim de hayalimiz vardı. Bizim diyorum çünkü şahsımda binlerce öğretmen aynı anda konuşacak. Martin Luther King gibi halkların kaderini değiştirecek kadar büyük, kişisel kaderimiz için küçük bir hayaldi: Öğretmen olmak ve ülkemizin en ücra köşelerinden en büyük şehirlerine kadar içimizdeki ışığa ihtiyaç duyan çocuklara eğitim vermek; düşünen, sorgulayan, okuyan, araştıran, evrensel ahlak sahibi, vicdanlı öğrenciler yetiştirmek.
Bunun için okuduk, bunun için aç kaldık. Bazı günler, ailemizden gelecek üç kuruş parayı bekledik yurt köşelerinde. Elektrik faturası çok gelecek diye geç vakitlere kadar ders çalışmama kızan babama direndim, bu kadar okuduğun yeter, üniversiteye gidip ne yapacaksın diyen anneme aldırmadım. Sınav için yatırılacak parayı bulduğumda sevinçten ağladığımı bilirim. Kolay değildi çoğumuz için okumak, kolay değildi hayallerin peşinden koşmak. İdealist yetiştik, para kazanmaktan daha önemli ve daha doyurucuydu öğrenme ve öğretme aşkı. Devletin öğretmeni olacaktık. Ne güldürür ne süründürür , kimseye de muhtaç etmez demişti bir öğretmenim. Madem ki bu mesleği seçen alt gelirli ailelerin çocuklarıydık, madem ki bu zamana kadar doğru düzgün para yüzü görmemiştik, bu işin manevi yönünün verdiği doyum ve kimseye muhtaç olmadan yaşamaya yetecek kadarını kazanmak kafiydi bizim için. Bir hayalimiz vardı. Kendimiz için küçük, gelecek adına büyüktü.
Diplomayı aldığımız gün; havaya kepi fırlatırken kendi başımıza yetecek, ayaklarımız üzerinde duracak günlere kavuşmanın sevincini yaşadık. Kim bilir nerede hangi okulda bekliyordu çocuklar bizi? Annemiz babamız şimdi övünçle bizden bahsedecek, öğretmen oldu derken verdiğimiz mücadeleyi içten içe kutsayacaktı.
Dediler ki üniversite okumak yetmiyor bir sınavdan daha geçeceksiniz. Sınav dediğin ne ola ki onu da geçeriz dedik. Değil mi ki bu zamana kadar sınavla geçmişti ilk gençliğimiz. Lakin bu sınav başkaydı. Şöyle iki seneni versen ancak iyi bir puan alabilirdin. İyi puan almakla iş bitmiyor üstüne bir de mülakat denilen sistemle kafasına göre birileri senin geleceğine karar veriyordu. Yıllarca sınav sorularının çalındığı ülkede, ne sınava çalışma isteği kalmıştı ne de sınavın adil olduğuna olan inancım. Bir insan öğretmen olmak için bitirdiği fakülteden sonra daha kaç kere sınava girebilirdi? Dershaneye gitmek için ailemizden daha kaç yıl para isteyecektik? Her yıl atanamamanın verdiği başarısızlık ve şanssızlık duygusu dayanılır gibi değildi. Yaş geçiyor, yapmak istediklerimiz bir kenarda boynu bükük bekliyordu. Eli kalem tutan çoğu arkadaşımız silah tutmak zorunda kaldığı mesleklere geçti atanamayınca. Sevdiğin insanla evlenmek istediğinde ne iş yapıyorsun sorusuna, atanmayı bekliyorum demek gülünçtü. Daha kaç yıl umutlar sömürülecek, haksız atamalar olacak, çalışan değil hak yiyenler, olmak istediğin yerlerde olacaktı?
Özel okullarda, dershanelerde şansımızı denedik. Ücretli öğretmenlik başvurularında, kim gönderdi sorusuna muhatap olmak onur kırıcıydı. Allah gönderdi demiştim bir keresinde. Dediğiniz gibi olmuyor o işler deyip arkamdaki bacısına hamili kart yakinimdir imzalı kağıdıyla anında yardımcı olmuşlardı. En az iki yıl deneyim arayan özel okullar, nerede iki yıl deneyim kazanacağımızı düşünmüşler miydi acaba?
Nasıl da yazık ediyorlardı umutlarımıza, heyecanımıza, gençlik coşkumuza. Öğretmenlik yapmayı beklerken tezgahtar, garson, kasiyer, inşaat işçisi, şoför, sekreter olanlarımız da vardı. Bunları da geçtim, intihar edenler ve ağır işlerde çalışırken iş kazasında hayatını kaybedenler vardı ki ağır yaradır içimizde…
Tam iki yıl özel okullarda iş aradım. Nihayet muhafazakar bir okulda çok düşük bir maaşa iş buldum.
Annem, babam, akrabalarım, arkadaşlarım “işsiz geziyor” yerine “öğretmenlik yapıyor” diyeceklerdi. Bir nevi onurumu kurtarmıştım. Onurlu olmasaydım bu mesleği seçer miydim?
Çalışmaya başladığımda seminer dönemiydi. Heyecanlıydım, onurumu kurtarmıştım, mesleğime canla başla sahip çıkmalıydım. Daha ilk gün broşür tutuşturdular elimize. Kapılara dağıtıp okulun reklamını yapacakmışız. Şaşkındım. Öğretmenler odasında söylenmeye başladım. Kimse itiraz etmiyordu. İşinden olmak istemiyorsan denileni yapmak zorundasın demişti deneyimli bir öğretmen. Yağmurdan kaçarken doluya tutulmak buna denirdi. İki hafta boyunca broşür dağıtıp eve dönerken hayal kırıklığı denizinde boğulduğumu hissediyordum. Zamanla özel okulların çoğunun eğitimi pek de önemsemediğini, burası okul değil işletme, ben kazandığım paraya bakarım diyen müdürleriyle anlaşamadığımı anlayacaktım. Biz öğretmen değil eğitim işçisiymişiz. Normal işçilerin hakları neyse biz de aynı haklara sahipmişiz. Hafta sonu çalışmak işçi statüsünde olduğumuz için zorunluymuş. Fazladan çalışmalar için ücret talep etmek açgözlülükmüş. Maaşımızı zamanında aldığımıza şükretmeliymişiz. İş tanımı diye bir şey yokmuş ne isterlerse yapmak zorundaymışız. Öğretmenine geviş getiriyorsunuz diyenden okuduğunuz kitaplar bir işe yaramamış diyen müdürlere kadar en ufak bir olumsuzlukta sözleşmeyi yırtmakla tehdit eden okul müdürlerini gördükçe öğretmenlikten soğudum. Başka işler yapmaya giriştimse de tebeşir tozunu bir kere yuttun mu dışarıda işin zordu.
Öğrenciden ziyade veliyi memnun etmenin, onların gururunu okşamanın önemli olduğu ortamda veliye her türlü şirinliği yapmak üstün bir meziyet sayılırdı. Onların istekleri hemen yerine getirilmesi gereken ilahi emirdi. Memnun edilmediği takdirde okun ucunda olan yine öğretmendi. Okul yönetimi, veli, öğrenci üçgeninde kapana kısılan öğretmenin yeri neresiydi? Anladım ki eğitim, ders anlatmak en son işimizdi.
Daha fazla çalışmayla daha az ücretle bizler de bu ülkenin yarınlarına hizmet ediyoruz. Bu kadar değersizleştirilmek neden? Milli Eğitim Bakanlığı haklarımızı güvence altına almak yerine neden patronların inisiyatifine bırakır. Özel Okullar Birliği’yle bir araya gelen patronlar neden eğitimde öğretmenle kaliteyi yakalamak yerine gösterişli binalarıyla, içi boş eğitim kavramlarını kullanarak eğitim yaptığını sanır? Öğretmeni değersizleştirerek o binalara dünyanın çocuğunu alsanız ne yazar? Öğretmen olmadan okullarınızdan nasıl kazanacaksınız? Aa tabi unutmuşum, aynı cümleyi duyar gibi oluyorum. Dışarıda iş bekleyen binlercesi var. Şükret ki bir işin var. Bizim için öğretmen değil, kurum önemli. Biri gider biri gelir nasıl olsa değil mi?
Her şeye rağmen öyle bir meslek ki sınıfa girince, pırıl pırıl çocukların gözlerine bakınca yaşadığımız tüm olumsuzlukları unutuyoruz. Eğitmeliyim ki vicdanlı, ahlaklı, erdemli nesillere katkım olsun. Eğitmeliyim ki okuyan, düşünen, sorgulayan, haksızlığa sesi çıkan, ezmeyen, ezilmeyen çocuklar yetiştireyim. Eğitmeliyim ki parasıyla okuyan bu çocuklar ileride ülkeyi yöneten insanlar olacak, hiç değilse evrensel ahlak sahibi olsun, kitap okusun, insan olsun! Ne çekiyorsak, ne yaşıyorsak ahlaksızlıktan, cehaletten değil mi?
Bizler çocukların yarınlarını şekillendiren, onları eğitmeye öğretmeye çalışan insanlar olarak öğretmenlik onurumuza gereken değerin verilmesini, insanca yaşamaya yetecek alın terimizin karşılığını almayı ve haklarımızın ihlal edilmemesini istiyoruz. Aklımıza gelmeyecek bin bir dalavereyle yığınla haksızlıkla baş etmeye çalışmakla yorulmak yerine gönül rahatlığı içinde sadece eğitimle ilgilenmek derdindeyiz. Ve Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun muhteşem dizeleriyle bitirmek istiyorum yazımı.
Marifet hiç ezilmemek bu dünyada
Ama biçimine getirip ezerlerse
Güzel kokmak
Kekik misali
Lavanta çiçeği misali
Fesleğen misali
Itır misali
İsâ misali
Yunus misali
Tonguç misali
Nâzım misali
FATMA KOŞUBAŞI
Dünyalılar