Pantolon giymiş bir kadın yalnızca pantolon giymiş bir kadın değildir.
Değişen doğa koşullarının sertliğine karşı bedenin korunması ve desteklenmesi amacıyla başlayan giyinme, zaman içerisinde “uygar olmak” manasına dönüşmüştür. Dünyanın kaderini elinde tutan iktidar odakları tarafından kodlanmış zihinlerimizde, giyinmek ile çıplaklığın “uygar olan ve olmayan” değerleriyle eşleştiğini görebiliriz. Zihnimizdeki bu güçlü ve köklü “arketip”ler modern olduğu kadar kadim zamanlardan itibaren aktarılan kültürel kodlardan gelmektedir. Birlikte yaşamın koşullarının temelleri yaklaşık 10-12 bin yıl önce atılmış; mülkiyet, mahremiyet, ahlak, hukuk gibi kimi kavramların yanı sıra sınıflı toplumun kurulumu gerçekleşmişti.
Toplumsal yaşam; sosyal roller, statü ve sınıfsal ayrımların menşeini oluştururken, bu farklılığın kıyafetlere yansımasının başlangıcını inşa etmiştir. Kadınlar ve erkekler, siyasal ve dinsel erk sahipleri, zanaatkârlar ve çiftçiler, yurttaşlar ile fahişeler… toplumsal ideolojinin kendilerine biçtiği kıyafetleri giymekle yükümlü olmuşlardı.
Bu kimliklendirme, kıyafetten önce bedenden hareketle belirlenmişti. Feminist literatür, bu kalabalık bir arada yaşam deneyiminin, bedenlere cinsiyet yüklediğini ve cinsiyetin doğal olandan bu nedenle ayrıldığını ileri sürmektedir. Uygarlık olarak kabul edilen bu sürecin başından itibaren iktidarı elinde bulunduran eril zihniyet, kadın ve erkek bedeninden beklentilerini cinsiyet olarak kimliklendirmiştir. Sosyal bilimlerin “gender” olarak isimlendirdiği “cinsiyet rolleri”, eril zihniyeti her zaman iktidara yakın tutacak şekilde örgütlerken, dişil olana düşen rol, örülen kalın duvarların içiyle sınırlı kalıyordu.
Tüm yaratılış mitlerinde ikincil pozisyonda yaratılan kadın, insanın cennetten kovulmasının, ölümlü doğasının ve çalışmak zorunda kalışının nedeni olarak gösterilmektedir. Kadının kontrol edilmesi güç doğasına atıfta bulunan bu eril ideoloji, çözümü, kadını suçluluğuna inandırarak bedenini örtmekte ve hatta kendisini tümüyle eve kapatmakta bulmuştur. Kamusal alandan uzak başlayan kadının uygarlık macerası, neredeyse 18. yüzyıla kadar değişmeden, evin kalın duvarları arasında ve ideolojilerin biçtiği kıyafetlerin içinde devam etmiştir…
Christine Bard, “Pantolonun Politik Tarihi” adlı kitabında, kadın kimliğinin değişme sürecini pantolon üzerinden aktarmış, bugünün gündelik kıyafeti olan pantolonun bu devrimde nasıl bir mana ve rol üstlendiğinin tarihsel ve politik öyküsünü ortaya koymuştur. Bir zamanlar varoş kültürünün gündelik kıyafeti olan pantolon, Fransa’da yaşanan devrim sırasında yenilikten yana olanların sembolü olarak yaygınlaşmış ve Fransız İhtilali’nden sonra kurulan yeni yaşam biçiminde, kadınların daha aktif bir rol üstlenecekleri dönüşümün sancağı haline gelmişti. Kadınlar, kendilerini kamusal yaşamın içinde erkeklerle eşit kılacak bir mücadelenin sembolü olarak pantolonu kabul etmiş, mücadeleyi bu kıyafetin üzerinden gerçekleştirmişlerdi.
Christine Bard, pantolon kelimesinin kökenini Venedikli Aziz Pantaleone’ye dayandırsa da pantolonun kadınları cezbetmesinin asıl nedeni mitolojik Amazonlardır. Antik Yunan sanatında Amazonlar pantolonlu tasvirleriyle dikkat çekmektedirler. Bu sıra dışı kadınların pantolon aracılığıyla ötekileştirilmeleri ilginçtir. Uygar erilin zihninde her dönem varlığını sürdüren bu kadın tipi, kültürün kontrol altında tutmak istediği, ilksel arkaik karanlıklarından taşıdığı korkuların kahramanıdır.
Antikçağda eril iktidarın görmeye bile tahammül edemediği tek memesi alınmış bu “korkunç” savaşçılar, ortaçağın büyücü cadılarına dönüşür. Değişmeyen tek şey iktidarı elinde tutan güç odaklarının yüreklerindeki kitonyen dişil korkudur. Antikçağın organize eril iktidarlarına karşı önemli savaşlar yürüten ve büyük başarılar kazanan mitik Amazonlar, 18. yüzyılda varoluş savaşı veren Fransız kadınına ilham vermişti; kendilerini Amazonlara benzeterek onlar gibi giyinen kadınlar, pantolonu devrimlerinin merkezine taşımışlardı…
Feminist hareketin erken eylemleri olarak da nitelenebilecek pantolon hareketi; kadınların, erkeklerin hâkim olduğu kamu dünyasında görünmelerini sağlayacak başkaldırı idi. Bard’ın kitabında bolca örneğini verdiği gibi, kadınlar erkeklerin sembolü haline gelen pantolonu giyerek kamusal sınırları delmeye çalışırken, eski kıyafetlerinin engellediği davranışları repertuarlarına eklemiş, beklenmeyen alanlarda başarılı olabileceklerini göstermişlerdi. Elbiselerinin ergonomisi uygun olmadığından daha önce denemedikleri aktivitelere yönelerek, hem kıyafet özgürlüğü sağlamaya çalışmış, hem de erkeklerle özdeşleşen kimi alanlarda var olma savaşı vermişlerdi.
Örneğin, bisiklete ya da ata binmek gibi edimler kadın hareketinin sıklıkla yinelediği eylemler olmuştu. Onların önüne geçme çabası içinde olan eril ideoloji, kadın hareketinin başarısı karşısında yasalar ve yasaklar yoluyla engeller çıkarmış, pantolon giyen kadınları fahişe, lezbiyen, travesti ve hatta ruh hastası gibi toplumun ahlakdışı bulduğu kimliklerle damgalamıştı. Bununla birlikte, özellikle Sanayi Devrimi’nin yarattığı kadın işçi istihdamı nedeniyle kamusal alanda daha fazla var olmayı başaran kadın, kendisini sınırlayan kıyafet yasağından kurtulup bedenini en azından belli ölçülerde özgür hareket edebilir hale getirmişti.
İkinci Dünya Savaşı’ndan itibaren fabrikalarda ve gündelik yaşamda daha fazla pantolon giymeyi başaran kadın, modernizmin yerle bir edildiği 60’lı yıllardan sonra bu konudaki özgürlüğünü kazanmıştı.
Kısacası pantolon giymiş bir kadın yalnızca pantolon giymiş bir kadın değildir.
İsmail Gezgin / www. ismail-gezgin.blogspot.com.tr