Bankacısından-komutanına-zabıtasından-polisine herkes vatandaşı dövüyor, sövüyor küfrediyor kovuyor aşağılıyor.
Eskiden devlet bankalarında çalışan memurlar herhangi bir işlem yaptırmak için gidenleri bir dövmedikleri kalırdı, bir surat bir tafra aman allahım…Uzun zamandır devlet bankalarıyla (uluslararası sermayeye satılmayan devlet bankası hala kaldıysa tabii) işim olmuyor ne durumdalar bilmiyorum, vergi dairelerinde, nüfus idaresinde ve diğer devlet kurumlarında da durum farklı değildi. Polis en basit insani taleplerinde bile sana akıl almaz davranışlarda bulunabiliyor. 1-2 yıl öncesine kadar İstanbul’da kimlik kontrolü yaptıkları insanlara dahi direkt suçlu gibi davranıyorlardı, zaman zaman hala bunu yaptıklarına özellikle eski kafa polis memurlarında rastlayabiliyorum. Anadolu’da işler hepten içler acısı.
İstanbul Valisi, 1 Mayıs’ta olay çıkabilir korkusu ve bahanesiyle insanları 8 saat trafiğe kilitleyebiliyor.
Başbakan derdini anlatmaya çalışan bir vatandaşa ananı al git yoksa anana… yazık olacak diyor.
Herhangi bir konuda kurumları eleştiriyor ve adaletsiz uygulamalara işaret ediyorsan seni hemen vatan hainliğiyle (bir dönem komünistlikle) suçluyorlar.
Bizleri korumaları için donattığımız güvenlik personeli aynı silahları üzerimize çevirip, tehdit edip korkutuyor, sözlerini dinlemezsen sabahın köründe evini basıp alıp götürüyorlar sonrası meçhul zaten. Her fırsatta joplama, işkence, darp ve son dönemlerde de biber gazı sıkma.
Kamuoyunu hazırlayıp darbeler yapıyor, sivil yönetimlere el koyup ülkeyi yönetmeye kalkıyorlar.
Maaşlarını biz veriyoruz, lojmanlarında yaktıkları kömür, orduevindeki ucuz bira bizim, tatil köylerindeki animasyon ekibi bizim çocuklarımız, ama hesap ver dediğimizde hayır hesap vermeyiz diyorlar.
Temsil etme ve sorunlarımızı çözme yetkisi verdiğimiz kurumlar ve kişiler bir süre sonra yetki sınırlarını aşıp kendilerini dev aynasında görmeye başlıyorlar.
Sivil kurumların küstahlık ve savurganlıkları daha da akılalmaz boyutlara ulaşabiliyor. Devlet kendisini halkının üstünde görüyor. ‘Devlet Baba’ algısı öyle güçlendirilmiş ve kafalara öyle kazınmış ki kimse durumu sorgulama gereği bile duymuyor. Halk herhangi bir sorununu bir kuruma ileteceği zaman yazdığı maruzat dilekçesinin altına arz ederim diye yazıyor, herhangi bir yetkilinin odasına girmek zorunda kaldığında devlet baba korkusundan üklüm püklüm ne yapacağını şaşırır bir halde ürkek korkak derdini anlatmaya çalışıyor. Oysa o dilekçelerin altında rica ederim yazmalı, biz rica etmeliyiz ve ilgili kişi bize konuyla ilgili bilgiyi ve çözümü arz etmeli. Hizmet etmesi için görevlendirdiğimiz herhangi bir kişinin odasına alnı açık omzu dik girebilmeli ve onun patronu olduğumuz hissini ve gerçeğini ona hatırlatabilmeliyiz. Böylece algı yavaş yavaş tersine dönecektir.
“Bu ülkede esas sorun, patronun kim olduğunun bilinmemesidir.”
Oysa bu sorunun cevabı açık ve tektir.
“Patron biziz. Yani sade vatandaş, halk, birey, insan.”
Bu ülke için savaşmış ve ölmüş dedelerin torunları ve hala ölen çocuklar.
Yukarıda anlatmaya çalıştığımız sorunları aşmak için seçimden seçime irademizi ortaya koymak (ben buna da inanmıyorum zaten) yerine ilkeli ve başı dik bir toplum olabilmeli, medeni cesareti yüksek, sorgulayan ve hesap soran kitleler oluşturabilmeliyiz.
“Bunun adı sivil toplum hareketleridir. Küçük yada büyük, 3 kişi, 5 kişi ya da binlerce kişi her alanda organize olmalı ve kaynaklarımızı doğru yönetme adına başa getirdiğimiz her seviye yöneticiye gerçek patronun biz olduğumuz gerçeğini tekrar tekrar, defalarca hatırlatmalı ve bu bilgiyi her zaman canlı tutmalıyız. Bu gerçeği unutan ve unutturmaya çalışan odakları bulundukları yerden aşağı çekmeli ve oralara, esas görevi halka (bana) hizmet etmek olan ve bunun karşılığını fazlasıyla alan kişi ve kurumları ikame etmeliyiz.”
Deniz KARTAL
Yazı: Kasım 2008
Güncelleme: Aralık 2011
www.dunyalilar.org