Yüzyıllardan beri krallar, rahipler, feodal beyler, sanayi patronları ve ana-babalar itaatin bir erdem ve itaatsizliğin de kötü bir huy olduğunda ısrar edegelmişlerdir. Farklı bir bakış açısı ortaya koymak için, bu tavrın karşısına şu ifadeyi koyalım: İnsanlık tarihi, bir itaatsizlik eylemi ile başladı ve bir itaat eylemi ile sona erdirileceği hiç de ihtimal dışı değildir.
İbranî ve Yunan efsanelerine göre insanlık tarihi bir itaatsizlik eylemi ile başladı. Adem ile Havva, cennette yaşadıkları sırada doğanın parçasıydılar; Ne zamanki bir buyruğa karşı geldiler, herşey değişti. Boyun eğmeme hareketi Adem’le Havva’yı özgür kıldı ve gözlerini açtı. İtaatsizlik eylemleri, doğa ile ilksel bağlarını kopardı ve onları ayrı bireyler haline getirdi. “İlk günah”, insanı bozmak şöyle dursun, onu azat etti ve tarihin başlangıcı oldu. İbrani efsanesindeki Adem’le Havva öyküsü gibi, Prometeus’la ilgili Yunan efsanesi de tüm insan uygarlığını bir itaatsizlik eylemi üzerine temellendirir. Prometeus, ateşi Tanrılardan çalarak insanın evriminin temelini atar. Boyun eğmediği için cezalandırılır. Fakat pişman olup af dilemez. Aksine, gururla şöyle der: “Tanrıların itaatkâr hizmetçisi olmaktansa, bu kayaya zincirli kalmayı üstün tutarım.”
İnsan, itaat etmeme eylemleriyle evrimleşmeyi sürdürdü. Ruhsal gelişmesi yalnızca vicdanları ya da inançları doğrultusunda hareket eden ve dış güçlere “hayır” deme cesaretini gösteren insanlar olduğu için mümkün olabiliyor değildi, fakat aynı zamanda zihinsel gelişmesi de boyun eğmeme yeteneğine bağlıydı. Yeni düşünceleri susturmaya çalışan otoritelere ve herhangi bir değişimin saçma ve gereksiz olduğunu iddia eden yerleşik düşüncelere boyun eğmemekle gerçekleşiyordu tüm bunlar.
İtaat etmeme yeteneği nasıl insanlık tarihinin başlangıcını oluşturduysa, itaat de daha önce söylediğim gibi, insanın tarihini pekala sona erdirebilir. Gerçek şu ki, biz Atom Çağı’nda yaşarken, insanların çoğunluğu iktidarda olanların çoğu dahil duygusal olarak halâ Taş Devri’nde yaşıyorlar. Matematiğimiz, gök ve doğa bilimlerimiz yirminci yüzyıldayken, siyaset, devlet ve toplumla ilgili düşüncelerimizin çoğu, bilim çağının çok gerisinde kalmaktadırlar. Eğer insanlık kendine kıyarsa bu, bazı kimselerin onlara ölümcül düğmelere basmalarını emredenlere itaat edecekleri için olacak.
Uyulan ilkelerle uyulmayanlar bağdaşmadığı zaman, bir ilkeye itaat eylemi, ister istemez onun karşıtına itaatsizlik hareketi olur. Dinsel inançlar, özgürlük ve bilim uğruna çok acı çeken ve bu uğurda ölenlerin hepsi, insanlığın ve aklın yasalarına uymak için, onları susturmak isteyenlere baş kaldırmak zorunda kalmışlardır. Bir kimse yalnız itaat gösterip, itaatsizlik edemiyorsa bir köledir; eğer yalnız itaatsizlik gösterip, hiç itaat etmiyorsa, bir isyankârdır (devrimci değil). Böyle biri öfke, düş kirıklığı ve pişmanlıkla hareket eder, ama hiç bir zaman bir inanç ya da ilke adına değil.
Bununla birlikte, bir kavram karışıklığını önlemek için, önemli bir kısıtlayıcı niteleme yapılmalıdır. Bir kişiye, kuruma ya da güce itaat (dış yasaya uyma), boyun eğmedir. Bu tutum özerkliğimden (iç yasadan) vazgeçip, bir dış irade ya da kararı kendiminkinin yerine kabul edişimi belirtir. Kendi akıl ve inancıma uymam ise bir boyun eğme değil, onaylama eylemidir.
İnsan niçin itaate bu kadar yatkındır ve itaatsizlik etmesi niçin bu kadar zordur? Çünkü devlet, kilise ve kamuoyuyla uygun adım gittiğim sürece, kendimi güvenli ve koruma altında hissederim. İtaatim, beni kulluk ettiğim gücün bir parçası haline getirir, böylece kendimi daha güçlü hissederim. İtaatsizlik etmek için bir kimse yalnız kalabilecek, hata yapabilecek ve günah işleyebilecek cesarete sahip olmalıdır. Fakat yalnızca cesaret yetmez. Cesaretin ölçüsü, kişinin gelişmişliğine bağlıdır. Bir kişi ana kucağından ve baba buyruklarından kendini sıyırabilmiş ve tam olarak gelişmiş bir birey olarak ortaya çıkmış ve kendisi için duyma ve düşünme yeteneğini kazanmışsa, ancak böyle bir durumda kendisinden daha kudretli olan birine “hayır” diyebilir, itaatsizlik edebilir. Bir kimse güç sahiplerine “hayır” demeyi öğrenip, onlara itaatsizlik ederek de özgür olabilir.
Ancak yalnızca itaat etmeme yeteneği özgürlüğün tek şartı değildir; çünkü özgür olmak da itaat etmemenin şartıdır. Eğer ben özgür olmaktan korkmaktaysam, “hayır” deme cesaretini gösteremem. Gerçekten de, özgürlük ve itaat etmeme yetenekleri birbirinden ayrılamaz. Bundan dolayı da, özgürlüğü öven ancak itaatsizliği reddeden hiçbir toplumsal, siyasal ve dinsel sistem gerçeği dile getiremez.
Güçlü olana “hayır” demenin ve itaat etmeme cesaretini göstermenin bu kadar zor olmasının bir nedeni daha var. İnsanlık tarihinin büyük bölümünde itaat erdemle, itaatsizlik de günahla özdeş kabul edilmiştir. Bunun sebebi de basittir: Şimdiye kadar tarih boyunca genellikle bir azınlık, çoğunluğa hakim olmuştur. Hayattaki iyi ve güzel şeylerin pek az kimseye yetmesi ve çoğunluğa da sadece kırıntıların kalması, bu kuralı yaratmıştır. Az sayıda kimse iyi ve hoş şeylerin tadını çıkarmak ve bunun da ötesinde, çokluk olanların onlara hizmet etmesini ve onlar için çalışmasını istemişse, bunun bir şartı vardı: Sayıca çok olanların, itaati öğrenmeleri gerekiyordu.
Şüphe yok ki itaat, sadece kuvvet kullanılarak da sağlanabilir. Fakat bu yolun birçok sakıncaları vardır. Çoğunluğun da azınlığı günün birinde aynı şekilde güç kullanarak alaşağı edecek duruma gelme ihtimali, sürekli bir tehdittir. Üstelik yalnızca korkunun yarattığı itaat ile yapılamayan pek çok iş de vardır. Bu yüzden sadece kaba kuvvet korkusundan kaynaklanan itaatin, insanın içinden kaynaklanan bir itaate çevrilmesi gerekir. Sadece itaatsizlikten korkmak yerine, insan itaat etmek istemeli, hattâ buna ihtiyaç duymalıdır. Bunun gerçekleşmesi için, güçlü olanın “mutlak iyi”nin ve “mutlak akıllı”nın özelliklerini taklit etmesi, “her şeyi bilen” haline gelmesi gerekir. Bu olursa, güçlü olan (iktidarda olan) itaatsizliğin günah, itaatin de sevap olduğunu açıklayabilir. Böyle bir durumda, sayıda çok, güçte zayıf olanlar itaati, itaatin iyi olduğu için benimser, itaatsizlikten de kötü olduğu için nefret ederler.
Korkak oldukları için, bu kararları dolayısı ile kendilerinden tiksinmekten de kurtulurlar. Luther’den ondokuzuncu yüzyıla kadar insanlar, açık ve ortada olan otoritelerle ilgilenirlerdi. Luther, papa ve prensler ona (otoriteye) destek verirler; orta sınıf, işçiler ve fîlozoflarsa bu eğilimi insanların içinden söküp atmak isterlerdi. Hem devletteki, hem de ailedeki otoriteye karşı mücadele, aydınlanma dönemi filozoflarının ve bilim adamlarının belirgin özelliği olan entellektüel ruh halinden ayrı düşünülemez. Bu “eleştirici ruh hali”, bir akla inanç haliydi ve aynı zamanda geleneklere, boş inançlara, göreneğe ve iktidara dayanan her söze ve düşünceye karşı şüphe etmek demekti. “Sapere aude” (akıllı olmak cesaretini göster) ve de “komnibus est dubitandum” (kalabalığın içinde en az bir kişi şüphe etmeli) özdeyişleri, bu tutumu çok iyi özetliyordu. “Hayır” deme yeteneğinin önünü açıp, onu teşvik eden de, işte bu akımdı.
Adolf Eichmann davası durumumuzu gayet iyi bir biçimde özetlemektedir. Bu davanın, Kudüs’teki mahkeme salonunda onu suçlayanların ilgilendiklerinden çok daha büyük bir önemi vardır. Eichmann kurumlaşmış insanın ve kadın, erkek, çocuk, bütün insanları birer rakam olarak gören yabancılaşmış bürokratın sembolüdür. Bu açıdan kendimizi Eichmann’da görebiliriz. Fakat onunla ilgili en ürpertici şey, bütün olaylar kendi kabul ve itiraflarına dayanılarak ortaya serildikten sonra bile, tam bir inançlı kalple suçsuz olduğunu ileri sürebilmesidir. Apaçık görülüyordu ki, aynı durumlarla karşılaşsaydı, yine aynı şeyleri yapacaktı. Nitekim bizler de aynı şeyi yapacaktık ve yapıyoruz da.
Kurumlaşmış insan ya da kurum insanı, itaat etmeme yeteneğini kaybetmiştir; hattâ bir itaat eylemi içinde olduğunun bile farkında değildir. Tarihin bu kritik noktasında, şüphe etme, eleştirme ve itaat etmeme yetenekleri, insanlığın sağlıklı bir geleceğe sahip olması ya da uygarlığın yok olması arasındaki tek ayıraç olabilir.
Erich Fromm’un aynı adlı yazısından kısaltılarak eklenmiştir.