O zaman gerçek tarihi, yalnızca ona nesnel ve diyalektik olarak bakabilenler; olayları, olguları, kavramları bütünsellik ve kendi konjonktürel tarihsellikleri içinde dün, bugün ve yarın bileşiminde değerlendirebilenler görebilir. Bunun için de resmi tarih anlayışından koparken, aynı zamanda ideolojik filtre ve çarpıtmalardan da kaçınmak gerekir.
“Tarihten öğrenebileceğimiz tek şey; insanların asla tarihten hiçbir şey öğrenemeyeceğidir.” diyor Hegel. [1]
Tarih öyle bir şey ki insanlar ona baktıklarında görmek istediklerini görüyor, görmek istemediklerini görmüyorlar. Herkesin kendine göre bir resmi tarih anlayışı var. Bir yerde resmi tarihe karşı çıkan bir insan, inanç ve ideolojisinin etkisiyle, başka bir yerde başka bir resmi tarihi savunabiliyor.
Edward Halleth Carr ise, “Tarih Nedir?” adli kitabında, şöyle der: “Tarihçinin üstünde çalıştığı geçmiş, ölü bir geçmiş değildir. belli bir anlamda bugün hâlâ yaşayan geçmiştir.’ Fakat geçmiş bir eylem, onun ardında yatan düşünceyi anlamadıkça ölüdür, yani tarihçi için anlamsızdır. Bu nedenle bütün tarih düşüncenin tarihidir ve tarih, tarihi üzerinde çalıştığı düşüncenin, tarihçinin zihninde yeniden oluşmasıdır.”[2]
Resmi tarih oluşturulması süreci ise, resmi ideoloji oluşturulma sürecinin bir parçasıdır, ondan bağımsız değildir.
Bu konuda Fikret Başkaya söyle yazar: “Resmi tarih, yalan, tahrifat, yok saymaya [occultation], adıyla çağırmamaya, sansür ve otosansüre dayanan bir tarih versiyonudur. Toplumsal bellek, egemen sınıfların ihtiyacına cevap verecek şekilde yeniden kurgulanır. Dolayısıyla genç nesillere öğretilen tarih ‘gerçek tarih’ değil ısmarlama üzerine üretilmiş bir tarih versiyonudur.”[3]
Bu noktada bence resmi tarih anlayışı yalnızca egemen sınıfların ortaya koyduğu bir anlayış değildir. Egemen baskın olan, resmi tarih anlayışı elbette budur. Ama örneğin “sol” un da kendi resmi tarih, resmi ideoloji anlayışı vardır. Fanatik “solcu” bir kişi, Sovyetler Birliği dönemine baktığında, ideolojisinin de yönlendirmesiyle, kendisine göre nesnel gerçeklikten daha farklı olgular, olaylar görebilir. O da kendi resmi tarihi açısından bakabilir. Sovyet arşivleri açıldı, ancak böyle bir kişi tamamen arşivlerin ortaya koyduğu gerçeğin dışında bir sahte gerçekliğe ulaşır. Ya da birfaşist tarihe baktığında, hep kendi ulusunun kahramanlıklarının hikâyesini görebilir orada. Böylesi sekter kişilikler, gerçekliǧi reddeder; ortadaki arşivlerin kanıtladığı nesnel gerçekliği ise “yalan, çarpıtma, karalama, dış düşmanların karşı propagandası” olarak niteleyerek dışarıya atarlar. Oysa dışarıya düşen nesnel gerçeklik değil, kendisidir. Sonuçta görmek istemeyen bir kişiye, nesnel gerçekliği gösteremezsiniz. Olayın, olgunun tarihini, gerçekleştiği yeri, ve diyelim ki belgesel görsel ve yazılı dokümanlarla ortaya koysanız bile yine de inanmayacak, inanmak istemeyecektir. Bu noktada sağ ve sol sekter buluşur. Yani resmi tarih değil, resmi tarihler vardır. Resmi ideoloji değil, resmi ideolojiler vardır. Ve bunlar “sağ” ya da “sol” etiketli olabilirler.
Resmi tarih kişiyi nasıl yönlendirir? Resmi tarih anlayışı, kişinin gerçeklikten kopmasını ve tamamiyle hayali başka bir “sahte gerçeklik” dünyasına geçmesini sağlar. Sanki bu olaylar ve olgular bu dünyada değil de, başka bir gezegende yaşanmış gibidir. Kişiyi yabancılaştırır, gerçeklikten koparır.
Diyelim ki bir zaman makinesi yapılsa insanları birebir tarihteki çeşitli dönemlere götürseniz. Her şeyi kendi gözleriyle duyup görseler dahi, yine de ideolojilerini ve inançlarını haklı çıkaracak ama’lı açıklamalara girişeceklerdir. O zaman tarih çarpıtılmış bir şeydir. Hem devletlerin, hem de kişilerin resmi tarihleri vardır. çoğunlukla. Bırakınız tarihi bir olayı ve olguyu, insanlar günümüzde yaşanan olayları bile çarpıtarak yorumluyorlar. Gözlerinin önünde yaşanan olayları, kendi ideolojik gözlükleri ile filtre ederek yorumluyor ve olayları nesnel bir şekilde değil, görmek istedikleri gibi görüyorlar. İdeolojik körlükten başka bir şey değil bu. Oysa bilimsel düşünen bir insan, tarihe, onun içindeki olaylara, olgulara diyalektik bir biçimde bakar. Olaylar, olgular ve kavramlar arasında tarihsel diyalektik bir ilişki kurar. Bu korelasyon, kişiyi nesnel gerçekliğe de yaklaştırır. Kişi, olayları, idelojik ya da inanç filtresinden geçirmeden görmeye ve olduğu gibi algılamaya çalışır. Ama böyle yapan insanların sayısı çok azdır. Belki toplumun yüzde bir, ikisidir. Çoğunluk, tarihe filtre ile bakar ve onu süzerek ideolojisi ve inancıyla uyumlu hale getirir. Böylece tarihi olay ve olgular artık nesnel gerçeklikten çıkmış, çarpıtılmış ve başka bir şeye dönüşmüştür.
İnsanın özgür olması için önce tarihi nesnel olarak, olaylar, olgular ve kavramların korelasyon ve diyalektik ilişkisi üzerinde, ideolojik körlük ve filtrelerden arınarak görmeye çalışması gerekir.
İnsanın özgür olması için önce tarihi nesnel olarak, olaylar, olgular ve kavramların korelasyon ve diyalektik ilişkisi üzerinde, ideolojik körlük ve filtrelerden arınarak görmeye çalışması gerekir. Özgür düşüncenin ilk şartı budur. Nesnel olmak ve nesnel gerçekliği görmeye çalışmak. Onu çarpıtarak kendi ideolojisi ya da inançlarına uydurmak değil.
İşte zaten insanın sorunu da budur, Hegel’in dediği gibi, o tarihten öğrenemez kolay kolay. Bu yüzden tarih kadar çarpıtılan başka bir şey daha yoktur.
“Tarih sınıf savaşların tarihidir.” denilir. Tarih aynı zamanda iktidar savaşlarının tarihidir.
O zaman gerçek tarihi, yalnızca ona nesnel ve diyalektik olarak bakabilenler; olayları, olguları, kavramları bütünsellik ve kendi konjonktürel tarihsellikleri içinde dün, bugün ve yarın bileşiminde değerlendirebilenler görebilir. Bunun için de resmi tarih anlayışından koparken, aynı zamanda ideolojik filtre ve çarpıtmalardan da kaçınmak gerekir.
Erol Anar
17 Mart 2018
Paraná
[1] https://www.goodreads.com/author/show/6188.Georg_Wilhelm_Friedrich_Hegel”>Georg Wilhelm Friedrich Hegel > Quotes,
[2] Edward Hallett Carr: “Tarih Nedir?”, İletişim Yayınları, İkinci Baskı: 2002, İstanbul, s. 26.
[3]Fikret Başkaya: “Resmi Tarih Tartışmaları-7”, Özgür Üniversite Yayınları, Ankara.