Biz ritüelleri çok sevdik. Üç-beş kişi bir araya geldik. Kurallar koyduk. Nikâh davetlerimiz, sünnet düğünlerimiz, cenaze törenlerimiz, toplumun inançlarından beslenen ritüellerimiz bizim yarattığımız dinselliklerimiz oldu. Sıkı sıkıya bağlandık onlara.
Düğünsüz evliliklere inanamadık. Almadı aklımız neye benzetmeye çalıştığımız çocuğumuzun o kıyafetleri giymeden de sünnet olabileceğini. Hıdrellez geceleri gül ağacının altına ev, araba çizdik, sabahına kırmızı keseleri denize fırlattık. Telli babaya gidip tel aldık. İsteğimiz olduysa iade ettik. Dilek ağaçlarına palalar bağladık. Derken takımlar tuttuk. Birlikte maçlar izledik. Kollarımızı bağlayıp, parmaklarımızı kilitledik, en sevdiğimiz formamızı giydik, şanslı koltuğumuza oturduk, uğurlu günde miydik yoksa değil miydik? Holigan, amigo, ultra, örgütlü bir şeyler doğurduk. Dernek bulduk. Üye olduk. Ait olduk. Kimlik listemize bir tane daha isim koyduk. Üstüne üstlük kart ile ispat ettik bunu. Sese ayak uydurduk. Uydurdukça gürleşti sesimiz. Birilerinin ‘fan’ı olduk kimilerinin kulu. Dışarıdan zarar gelirse eyleme geçmeyi meşru kılan sevgilerde birey olduk. Bugünlerde toplumda böyle var olduk.
Renklerde, sayılarda, günlerde, kahvelerde, reikilerde, yogalarda, meditasyonlarda, modern ile din arasında bir yerde, gerilimli bir fay hattında, inançların farklılaştığı çok şekilli sistemlerde, dini kimlikler açık büfesinde, evrenin tanrıcıklar yarattığı makinenin[1] çark dişlisinde sıkışıp kaldık.
Her gün yeni akımların üretildiği ‘Bu Ülke’de belli başlı kesimler vardı. Bu kesimler kendini var etmekle yükümlüydü. Bunun için de totemler yarattı. Yani bir takım ritüeller. Bugün toplumun bireycilik ve akılcılığın toplumlarımızda en yüksek ahlâki gücü elinde tuttuğunu varsayarsak, her toplum gibi ortak inançlar aradığını görmek zor değil. Ama modernlik ile geleneksel dinin arasında sıkışmışlığımızdan çıkan yakıcı bir seste bu inançların bilimsel gereklere yanıt vermediğini ve bunların geleneksel din tarafından sağlanmadığını algılamakta bizim için bir o kadar berrak. Durkheim, din biliminin, ortak inancın belirmesi için yeterli olduğundan değil, ama geleceğin toplumunun Tanrılar yaratabileceği umudunu koruduğu için düşünce birliğinin sağlanmasına gerekli inançları yeniden kurma olanağını ortaya koyar der.[2]
Durkheim, dinin önce kutsalı, sonra kutsalla ilgili inançların örgütlenmesini, son olarak da inançlardan az çok mantıklı biçimde çıkan ayin ve uygulamaları gerektireceğinden bahseder. Tanrılar yaratan toplumun içinde, sosyal çevre ile birlikte yaşayan herkes bu ritüelleri dolaylı veya dolaysız, bakanı veya bakılanı, öznesi veya nesnesi olarak yaşar. Coşkunluk anlarında da yeni bağlılıklar türetirler.
Bu bahsettiğimiz türetilmiş dinsellik, totem, ritüel ya da toplumsal gelenekleri en belirgin şekilde milli bayramlarda görürüz. Herkes bir yerinden dâhil olmuştur mutlaka bu ayinlere. Mesela 23 Nisan’lar. Aylar öncesinden başlar hazırlıklar. Resim yarışmaları, kompozisyon yarışmaları, şiir yarışmaları… “Atatürk’ü anlatan…” cümlesiyle başlayan kim bilir ne çok yarışma duyurusu asılmıştır sınıftaki panomuza. Tarihler kuşkusuz önemlidir. Hele ki Anadolu için. 23 Nisan 1920 tarihi de TBMM’nin açılışı itibariyle “23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı” ilan edilmişti. Ama biz bu çocuklara adanmış bayramda çocuklarımızı aldık, doğayla uyumsuz renklerde giydirip, seçme hakkı sunmadan, disipline ettik statlarda. Ne için? Çocukların bayramını kutlamak için. Hiç yapmak istemeyecekleri hareketler yaptırdık belki. Alın dedik size bayram. Güneşin alnında saatlerce beklettik, yürüttük, selam verdirdik. Hiç bilmedik bu çocuklar bayramlarını nasıl kutlamak istedi?
Çocuklar aydınlıktı. Özgürlüktü. Zincirleri ve esaretleri yoktu. Yarınlarda olacaklardan da haberleri. Toplum onları bekliyordu dayatmak için binlerce ritüelleri. Kız çocuklarına ayrı, erkek çocuklarına ayrı. Önce cinsiyet atayacaktı. Kız çocuklarına bebek verecekti mesela; evin içinde, bebeğine bakan kadınlar inşa etme sürecinde. Erkek çocuklarına silah! Karısı onu terk ederse o silahla öldürsün diye. Palyaçoya benzediğini görünce çocuk sünnet töreninde, daha da korkacaktı bu şatafattan, görkemden. Sadelik esasını hiç tadamayacaktı, aslan oğluydu o evin, kahramandı. Kız çocukları şanssız annelerin şanssız evlatları. Sessizliğe doğanlar. Sesi çıksa öldürülenler.
Hem doğuda hem batıda, hiç ama hiç kaderlerini kendileri tayin edemeyenleri günün ve dünün. Pençelerini çıkarmış bir kurt gibi sizi bekliyor toplum, ağlarına.
[1] Bergson, les Deux Sources de la Morale et de la Religion (Ahlak ve Dinin İki Kaynağı)